Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı. Hasan Yılmaz
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı - Hasan Yılmaz страница 13

Название: Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Автор: Hasan Yılmaz

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-44-0

isbn:

СКАЧАТЬ hâlâ öğrenemedim onları. O zaman biz racon kesmenin ne olduğunu bilmezdik. Onları şimdi görüyoruz, duyuyoruz tabii. O zaman insanlar çocuklarını eğitilsin, adam olsun diye getirip ocağa teslim ederlerdi.

      Peki siz hangi kültürel kaynaklardan besleniyordunuz o yıllarda?

      Aslında biz bir yerden beslenmiyorduk. Kendi kendimize besleniyorduk. Mesela Etimesgut’ta daha sonra ülkücü teşkilatı şöyle büyüttük: Önce büyük bir açık hava sinemasını kiralayıp iki katlı bir binayı merkez teşkilatı yaptık. Duvarlarla çevrili açık alanda da konferanslar düzenledik. Tiyatro kolumuz bile vardı. Zaten açık hava sinemasının sahnesi de var. Orada amatörce tiyatro sahnelerdik.

      Bu arada Ankara ile yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir etkileşiminiz var mı?

      O dönemde henüz Ankara ile bir etkileşimim yok. Biraz daha bağımsız şekilleniyorum orada. Açık hava sinemasında salı akşamları edebiyat sohbetleri yapardık. Her Türk genci Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Faruk Nafiz’den, Mehmet Emin Yurdakul’dan mutlaka birer şiir ezbere bilmelidir. Bu şairlerden bir şiir okumadıkça Türk genci sayılamaz. O yüzden salı akşamları edebiyat sohbetlerimizde “Safahat” gibi klasiklerimiz mutlaka okunurdu. Salı akşamları aynı zamanda eski Türk edebiyatını da Osmanlı Dönemi edebiyatını da Cumhuriyet Dönemi edebiyatını da okuyorduk. Aynı zamanda okunması gereken kitaplar tavsiye edilirdi. Kitap değişimi sağlanırdı. Oralar zengin kütüphaneler ve eğitim yuvalarıydı. Zaten teşkilat dediğin kütüphanedir. Türklüğü içinde bulunduğu durumdan kurtaracak, bahtı kara maderini değiştirecek, Mehmet Akif’in “Asım nesli” dediği yeni nesiller yetiştirecek, Kur’an’ı asrın idrakine söyletecek bir nesil yetiştirmeyi düşünüyorduk.

      Bu arada perşembe akşamları dinî sohbetler yapılırdı. Bir din adamını çağırırdık. Bize tefsir okur ya da dinî bilgiler, ilmihâl bilgileri verirdi. Cumartesi günleri Ankara’dan bir seminerci getirtirdik. Pazar günü de içimizden birine, cumartesi günü dinlediğimiz seminer konusunda seminer verdirtirdik. Bunun nedeni de arkadaşlarımızın dinlediği konuyu anlayıp anlamadıklarını tespit etmek idi. Seminer veremeyeceğini söyleyen kişiyi de alır, ona metin yazar ve kürsüye çıkartırdım. Herkes mutlaka seminer vermeyi bilecekti. Bir semt düşünün ki o zaman bizim bir kültür merkezimiz var ve semte bağlı 30 Ağustos Mahallesi’nde, Şeker Mahallesi’nde ve İstasyon’da üç tane şubemiz, yani kütüphanemiz vardı. Kütüphanenin bir köşesinde çay ocağı var, yanında kitaplık var. Orada gençler sohbet eder, kitaplar okurlardı.

      Bunları 17 yaşında bir genç yapıyordu değil mi?

      Evet. Bu teşkilatta tiyatro kolumuz, hanımlar kolumuz, memurlar kolumuz, işçiler kolumuz vardı. Çünkü orası işçi muhiti idi. Şeker fabrikasının yanı sıra, askerî hava üssü vardı. Traktör fabrikası vardı. Etimesgut bir sanayi şehri idi. Geniş bir tarım ve sanayi kasabası. Bir genel merkez gibi örgütlenmiştik. Memurlar kolumuzda astsubaylar vardı. Etimesgut’taki hava lojmanlarındaki subaylar, astsubaylar da gelirdi ocağımıza.

      Ocaktaki işçiler kolumuz bir ara o kadar başarılı oldu ki Şeker İş Sendikasının kongrede Sadık Şide’yi devirip sendikayı ele geçirecek düzeye geldik. Tabii Ankara’dakiler bizim Etimesgut’taki ilişkilerimizi bilmedikleri için Sadık Şide’den bürolarına bir mobilya hediyesi almışlar. Aldıkları bu hediye karşılığında Şeker Fabrikasının sinema salonunda yapılan kongrede bizim adayımıza karşı Sadık Şide’yi destekleyerek bizi sattılar.

      Etimesgut’ta bir genel merkez gibi çalıştık. Hatta “Etimesgut’un Sesi” diye bir gazete çıkardık. Ben liseyi bitirip 1973-74 döneminde üniversiteye girdiğim senenin yazında D grubu işçi statüsünde Şeker Fabrikasında vagon kantarında çalışmaya başladım. Sincan’a doğru, in cin top oynayan bir yerde vagon kantarı vardı. Orada kantarın yanında, içinde sobası olan küçük bir de kulübemiz vardı. Geceleri orada giren pancarı, çıkan melas ve küspe vagonlarını tartardım. Akşam 7, sabah 7 arası çalıştığım için aldığım maaş babamdan yüksekti. Bizim maaşımızı gece mesaisi gibi hesapladıkları için 1500 lira idi. Babam o zaman 1200 lira alıyordu. Biz orada Selahattin adında Alevi kökenli Sivaslı arkadaşımla çalışırdık. Onunla birlikte silah talimi de yapardık. Issız bir yer olduğu için gelen giden olmaz, silah sesini kimse duymazdı. Selahattin, Atsızcı bir arkadaştı. Onunla birlikte orada dergi de hazırlardık. O zaman Atsız’ın “Ötüken” mecmuasından Ankara’ya 50 tane getirtiyordum. Dergiden ancak 5 adet satabiliyordum. 45 dergiyi bedava dağıtıyordum. Ama Atsız’a 50 dergi parası gönderiyordum. Hatta “Ötüken”de de bir şiirim yayımlandı. Ondan sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisini alır ve dağıtırdım. Onun dergisinde de bir şiirim yayımlandı. Ayrıca Üstat Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisini de takip ediyorduk.

      Şimdi bir yanda Türk ülküsünü anlatmaya çalışıyor ve legal zeminde sesinizi kitlelere duyurmaya çalışıyorsunuz. Diğer yanda ise silah talimi yapıyorsunuz? Neden silah edinme gereği duydunuz? Türkiye yavaş yavaş terörize olduğu için mi?

      Silahı kendi paramızla almıştık. Kış gecelerinde o zamanlar vagon kantarının olduğu yere kurtlar bile gelirdi. Biz de biraz da gençlik merakıyla silah almıştık. Ama asıl gerekçesini ileride anlatacağım. O zaman bir çatışma ortamı filan yoktu.

      Ben üniversiteye girdiğim sene, aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğine başkan seçildim. Dolayısıyla üzerimdeki sorumluluğa paralel, faaliyetlerimiz de arttı. Şeker Fabrikasında kazandığım ilk maaşım ile ispirtolu bir teksir makinesi ile Olivetti marka daktilo aldım. Şimdiki gibi fotokopi filan yoktu tabii. Mumlu kâğıdı Olivetti daktiloda dizer, sonra teksirle çoğaltırdım. Afişlerimizi ve dergimizi de bu iptidai matbaada kendimiz yapardık.

      Batılı Yaşam Tarzında KİT’lerin Etkisi Oldu mu?

      Yaşayan bir toplum ve duyarlı, dinamik bir gençlikten söz ediyorsunuz. Demek ki günümüzde toplum olarak çok da ileriye evrilmemişiz.

      Geri mi evrildik, ileri mi evrildik, bilemem. Ancak o zaman Şeker Şirketinin orkestrası vardı ve akşamları caz müziği çalardı. Bugün Türkiye’de çok nadir yerde caz müziği çalınır. Havuzlu bahçemiz vardı. Dünya şampiyonları yetiştiren güreş takımımız vardı. Her şeker fabrikasının bir futbol takımı vardı. Normalde Şeker Fabrikasının lojmanları halktan kopuk değildi. Ankara’da ve Erzincan’da yerleşke içerisindeydi. Turhal’da duvar içerisinde değildi, sadece sınır belliydi. Yolun sol tarafı, Pancar, Akasya, Şeker Sokağı, sağ tarafı da Nurkavak Sokağı idi. Nurkavak Sokağı’nda müdürler oturuyordu. Balolar orkestra orada olurdu.

      Türkiye’deki KİT’ler, toplumu Batılılaştırma yönünde, aynı zamanda modern hayatı taşıma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiler. Hem modern tarımı öğrettiler, aynı zamanda burada yaşayan bürokratik çevreyi de yaşam standardı bakımından yükselttiler. Ben koloninin içerisinden biri olarak, hep koloninin dışına kaçardım. 30 Ağustos Mahallesi’ne, gecekondu mahallelerine giderdim. Ben onlarla arkadaşlık yapardım. Fakat sonradan gördüğüm, koloni dışındakiler koloniye girmek için can atarlarmış. Bunu aynı zamanda genel ülkücülük eleştirisi için de söyleyebilirim. Bu gerçekte 1000 yıllık terkibimizi sürmek bir aristokrat kimliği olması icap ederken (Üstat Necip Fazıl’da СКАЧАТЬ