Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı. Hasan Yılmaz
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı - Hasan Yılmaz страница 10

Название: Ocak Sönmesin Diye - Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Автор: Hasan Yılmaz

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-44-0

isbn:

СКАЧАТЬ camide babası ölen adı Taştan olan biri de Kuruçay’a geliyor. Dedem, Güllü 15 yaşına gelip biraz serpilince göze batmasın diye onu bu Taştan amca ile evlendiriyor. Kuruçay’ın biraz dışında Elmalık diye bir yer var, onlara oradaki çiftlik evini veriyor. Daha sonra doktor Taştan amcayı sağlıkçı olarak yanına alıyor. Bu arada gelen kadınlarla ilgilenecek bir kadın lazım olunca, Güllü teyzeyi de yanına alıyor. Daha sonra İliç’e istasyon kurulunca Taştan amca istasyon şefi yani makasçı oldu. Orada bir lojmanı vardı. Taştan amca ile Güllü teyze o lojmanda yaşadı. Biz de daha sonra Kuruçay’ı ziyarete gittiğimizde İliç’te istasyonda iner, oradan ciplerle, kamyonetlerle ya da kamyonlarla Kuruçay’a giderdik. Kuruçay’da o zaman köprü yoktu. Araçlar, derenin içinden geçerdi karşıya.

      Kuruçay’a gittiğimizde hep onların evinde kaldığımız için Güllü teyzeyi akrabamız zannederdim. 15 yaşıma geldiğimde annem Güllü teyzemin hikâyesini anlattı. Güllü teyze beş vakit namazında bir insandı. Benim “Ninemden Dinlediklerim” diye yazdığım masalların bir kısmını Güllü teyzeden dinledim. O kadar Türk kültürüne vâkıf, Türk ailesinden olmuştu. Müslüman olarak öldü zaten. Ben o Güllü teyzenin hayatını film de yapmak istiyorum. Yani böyle anıları var Eğin’in, Kuruçay’ın.

      “PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI” ROMAN ADI DEĞİLMİŞ

      Babanızın tayinleri sebebiyle Anadolu’yu teneffüs etmişsiniz. Belli ki hiç yabancılık çekmemişsiniz yeni ortamlara. İnsanlara kolay alışan bir yapınız olsa gerek. Zira, her gittiğiniz yerde yeni bir hayat ve yeni bir çevre ile karşılaşıyordunuz.

      Arkadaş canlısı bir yapım vardır. İnsanlara ve ortama kolay uyum sağlarım. O yüzden Turhal’a gidince uyum sağlamakta zorluk çekmedim. Turhal Şeker Fabrikasını Almanlar yapmıştı. Bu yüzden şeker fabrikasının villa tarzında iki katlı taş yapılı lojmanları vardı. O taş yapılı iki katlı kâgir villaların mutfak ve yemek odası birdir. Orada kuzine gibi bir sobası vardı. Diğer odalarda da radyatör vardı. Bir odada yanan sobadan bütün odalar ısınırdı. O zaman için bize ilginç gelen bir ısıtma tekniği idi. Lojmanımızın geniş bir bahçesi vardı. Ortaokul birinci sınıftayken ben oraya bir kümes yaptım. Duyduğuma göre hâlâ o kümes duruyormuş.

      Sizin tarıma olan ilginiz o zamandan mı başladı?

      Biraz o dönemden geliyor tabii. Turhal bir tarım ve sanayi kasabasıdır. Orada ortaokul talebesiyken güreşe de başladım. Şekerspor’un güreş takımının dünya şampiyonları Mehmet Uzun, Hasan Sevinç buradan yetişti. Şeker fabrikası, çiftçiye tarımı öğrettiği gibi, kültür ırkı üstün hayvanları da çiftçiye şeker şirketi kazandırdı. Aynı zamanda sözleşmeli tarım tekniğini ilk şeker şirketi uyguladı. Şeker şirketi, pancar ziraatı yaptırırken münavebeli diğer tarım tekniklerini köylüye öğretti.

      Turhal’da sulama kanalına balıklama atlayış

      Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’nin işlevini modelleyerek mi yaptılar bu görevi?

      Onu kat kat geçti. Türkiye’nin 18 yerinde modern tarım tekniklerini kazandırmada Tarım Bakanlığı kadar işlev gördü diyebilirim. Modern çiftçiliği, münavebeyi, avansla iş yapmayı şeker şirketi öğretti. Münavebe denilen pancarla değişime giren mısır, ayçiçeği, yonca, yem bitkileri gibi ürünlerin ekim nöbetini bu kurum öğretti. Matris dediğimiz bir işletmede hayvan sayısı ile o hayvanların beslenmesi için ihtiyaç duyulan ürün miktarını da şeker şirketi öğretti. Bir işletmeye bir hayvan girerse dört dönüm de yem bitkisi arazisi girmesi lazım. Bu şeker şirketinin bilimsel olarak yaydığı bir tekniktir.

      İşte orada lojmana yerleştiğimiz gün, sobaya lazım olan odunları biraderimle bahçede tasnif ederken, mahallenin çetesi tarafından taşa tutulduk. O çete, ilk gelenlere ellerindeki sapanla saldırırmış. Bir nevi “hoş geldin” anlamına geliyormuş.

      Dönemin tanışma yöntemi olsa gerek…

      “Pal Sokağı Çocukları” gibi. “Pal Sokağı Çocukları”nı sadece okumadık, aynı zamanda yaşadık. Onlar taşa tutunca ben de peşlerinden odunla koştum. Yakaladığımı dövdüm. Sonra o çetenin reisi oldum. İyi arkadaş olduk. Nazmi, Lokman, Altay ve iki Murat vardı. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. O çeteyle biz, “Küçük Prens”i, “Pal Sokağı Çocukları” gibi çocukluğumda okuduğum kitapları yaşadık. Daha sonra Akasya Sokağı’nda arkadaşlarım vardı, bunlar fen lisesini kazandılar. Biz Turhal Ortaokulundan üç kişi Ankara’ya imtihana gittik. O zaman imtihana girecek öğrencileri okullar seçerdi. Fakat ben test tekniğini bilmediğim için, iki çizgi arasını işaretleyeceğime, yuvarlak içine aldığım için imtihanı kazanamadım.

      O tarihlerde kurs filan yoktu tabii…

      Şimdi İstanbul’da tıp profesörü olan Yavuz Eryavuz, yıllar sonra benim şarkımı TRT’den dinlemiş; böylece beni arayıp buldu. Telefonda konuştuk. “Sen çocukluğunda da bizleri toplar, sinema oynatır, şarkı söyletirdin.” dedi. Ben öylece çocukluğuma döndüm. Sık sık tayin olduğumuz için eşyalarımızı koyduğumuz ambalaj sandıklarımız vardı. Ben bu sandıklardan ikisini bir araya getirdim, bir sinema perdesi yaptım. Üzerine Amerikan bezi ile bir perde yaptım ve kutuya açtığım delikten eski sinema filmlerinden topladığım filmleri ışıkla perdeye yansıttım. Sinema salonuna kapı da yaptım. Girene elimizle yazarak hazırladığımız bilet de keserdim. O zaman gazete 25 kuruştu, sinemaya giriş de 25 kuruştu. Filmde 10 dakika ara da verirdim. O arada da külahlarda çekirdek yeme mecburiyeti vardı. Turhal Şeker Fabrikasının futbol takımı, güreş takımı gibi sinema salonu da vardı. Filmleri sinema salonunun eskiyen filmlerinden, çöpe attıklarından topluyordum. Onları kesiyor, yapıştırıyor ve yeniden montajlıyor ve kendi yazdığım senaryo ile perdeye yansıtıyor ve Hacivat-Karagöz gibi kendim seslendiriyordum.

      Ondan sonra mahallede ticarete atıldık. Mahallenin bütün gazetelerini toplayıp kese kâğıdı imal ediyorduk. Bazen ticaret gözümüzü bürürdü, ağır olsun diye yapışkan olarak kullandığımız hamura küçük taşlar koyardık. Sonra bakır telleri toplayıp satmaya başladık. Topladığımız telleri, Yeşilırmak’ın aşağısındaki mahallede bir tefeci kadın vardı, ona satardık. Orta ikinci sınıfa gittiğim o yaz Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabını okudum.

      O zaman fen lisesini kazanan arkadaşlarım birbirlerine Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal’in kitaplarını alıp verirlerdi. Ben okumaktan çok yaşamayı sevdiğim için böyle bir hayatımız oldu. Futbol oynadım, güreş yaptım. Babam fötr şapkalı SS subayı gibi bir memurdu. Annem sanat öğrensin diye mahallenin kunduracısına çırak verdi. Onlar körüklü çizme yapabilen iki ustaydı. Romanımda da anlattım onları. Biri 60 yaşında biri 59 yaşında. Aralarında bir hiyerarşi vardı. Bir yaş büyük olan daha güzel giyinirdi. Öbürü giyinmezdi bilerek. Ölçüyü usta alırdı. Usta yoksa kalfa ölçü almak istemezdi. Aynı işi yapıyorlardı. Onlar bana tespih ve takke vermişlerdi. Onlarla beraber camiye giderdik. Fazla bahşiş almamı bile engellerlerdi.

      Şımarır diye mi?

      Evet. Yani 2,5 lira iyi bahşişti. Beş lira veren olurdu almazdım. Öyle ustalara çıraklık yaptım. Ben hâlâ bir ayakkabı yapabilirim. Çünkü bir yaz boyu çalıştım ayakkabıcıda. СКАЧАТЬ