СКАЧАТЬ
kadar gittiğinizde her şey değişir. Artık bakanın bir daha bakacağı anıtlarıyla çevrili İstanbul’un en büyük yollarından birindesinizdir. Camilerin, köşklerin, minarelerin, kemerlerin, mermerden ve lacivert taşından çeşmelerin, göz alıcı işlemeleri ve altın yaldızlı kitabeleriyle sultan türbelerinin, çini dolu surların arasından, sedir ağacından yapılan saçakların altından, bahçelerin altın parmaklıklarından ve surların duvarlarını aşan tüm sokağı mis gibi kokutan görkemli bir bitki örtüsünün gölgesinde yürürsünüz. Bu sokaklarda, her adımınızda bir nezaretten ötekine gidip gelen paşa arabalarına, zabitlere, memurlara, yaverlere, köşklerin harem ağalarına, bir sürü hizmetkâr ve yardımcıya rastlarsınız. Burada dev bir imparatorluğun başkenti neresiymiş anlar ve onun ihtişamına hayran kalırsınız. Her tarafta derinden gelen bir müzik gibi ruhu okşayan ve zihni neşeyle dolduran bir pırıltı, mimari bir lütuf, bir su sızıntısı, ferah bir gölgelik vardır. Bu sokaklardan geçince insanın büyüklüğü nedeniyle hayrete düştüğü sultan camilerinin baş gösterdiği büyük meydanlara çıkılır. Bu yapılardan her biri bir taç gibi kendisini saran dev kubbeler nedeniyle neredeyse fark edilmeyen, medresesi, hastanesi, mektebi, kütüphanesi, dükkânları ve hamamlarıyla küçük bir şehir merkezinden oluşur. Sanki çok basitmiş gibi görünen mimarisi aslında yüzlerce bakışı üzerine çekecek kadar çok ayrıntıyla doludur. Kurşun kaplı kubbeler, biri diğerinin üzerinde yükselen tuhaf şekilli çatılar, dış galeriler, dev sundurmalar, sütunlu pencereler, fistolu kemerler, sarkıtlı ve delikli şerefelerle çevrili yivli minareler, sanki etrafına dantel örülmüş gibi görünen anıtsal çeşmeler ve kapılar, tümü işlemeli, oymalı, hafif, dimdik, altın benekli ve rengârenk duvarlar meşe ağaçları ile gölgelenmiştir ve bu ağaçlardan yükselen kuş sürüleri kubbenin etrafında yavaşça dört dönerek bu muazzam yapının gizli köşelerinde ahenkle uçuşurlar. Burada hissedilen salt güzellik duygusundan daha derin ve daha güçlü bir şeydir. Bizim içine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız dünyadan farklı bir âleme ait fikir ve duygu düzenini mermer ile ifade edebilen, düşman bir ırkın ve düşman bir inancın inşa ettiği kusursuz çizgileri ve zirvesiz yükseklikleri ile bizim olmayan bir Tanrı’nın zaferlerini, atalarımızı korkudan tir tir titreten bir milleti sessiz bir dille hiç konuşmadan bize anlatan bu abideler saldığı güvensizlik ile korkunun karışımından oluşan bir saygı ile bizi kendisinden uzak tutsa da bir süre sonra merakımız bu korkuyu yeniverir. Gölgeli avluların içindeki çeşmelerde abdest alan Türkler, sütunların dibine çömelmiş yoksullar, kemerlerin altında ağır adımlarla yürüyen örtülü kadınlar görürsünüz, sanki her şey neden kaynaklandığı anlaşılamayan ve zihnin bir bilmeceymiş gibi çözmeye uğraştığı bir sükûnet, haz ve hüzne sarınmıştır. Galata, Pera ne kadar da uzak gelir! Kendinizi başka bir dünyada ve başka bir zaman diliminde hissedersiniz, sanki Muhteşem Süleyman’ın, II. Bayezid’ın zamanına ışınlanmış gibiyken bu meydandan çıkıp da Osmanlı’nın heybetli gücünü yansıtan bu abideyi artık göremez olduğunuzda kendinizi yeniden ahşap, yoksul, yıkıldı yıkılacak pis ve derbeder bir İstanbul’un ortasında yapayalnız bulursunuz. Yol ilerledikçe evlerin rengi solmaya başlar, çatılar dökülür, çeşmelerin fıskiyeleri yosunlarla kaplanır, çatlak duvarları ve tahta minareleri ile etrafını ısırganların, çalıların sardığı cüce camiler, harabeye dönmüş türbeler, kırık dökük merdivenler, her yanı molozlarla kaplı alt geçitler, sonsuz bir hüznün ele geçirdiği, serçelerin ve leyleklerin kanat çırpışlarından ya da nerede olduğu şüpheli bir minarenin tepesinden Allah’ın sözlerini bağıran yalnız bir müezzinin gırtlaktan gelen sesinden başka hiçbir sesin işitilmediği mahalleler görürsünüz. Hiçbir şehir halkının doğasını ve felsefesini İstanbul kadar iyi temsil edemez. Güzel ve ulu olan ne varsa hepsi Allah’ın ya da Allah’ın dünyadaki sureti olan sultanındır, geri kalan her şey geçicidir ve dünyevi şeylere dair derin bir umursamazlığın izlerini taşır. Bu millet göçebe bir kabileden doğmuştur; içgüdüsel olarak doğaya, tefekküre ve aylaklığa olan tutkusu geçmediğinden, şehirde de sanki bir göçebe kampları varmışçasına yaşar bu duygularını muhafaza ederler. İstanbul bir şehir değildir, çalışmaz, düşünmez, yaratmaz; medeniyet onun kapılarını kırıp zorla girer, yollarına saldırır, camilerin gölgesinde rahatça uyur ve sonra boşverir her şeyi. Devinimsiz bir devletin gücünden çok mütemadiyen göç etmeye alışkın bir ırkın son durağını temsil eden bağımsız, dağınık, deforme bir şehirdir burası ve büyük bir şehir olmaktan ziyade daha çok bir panayır yeri gibidir. Eğer şehri baştanbaşa dolaşmazsanız, hakkında doğru bir izlenim de edinemezsiniz. İşe, Marmara Denizi’ne kadar uzanan, üçgen formundaki ilk tepeyi gezmekle başlanmalıdır. Bu tepe, söylenene göre, İstanbul’un başıdır; anılarla, ışıklarla ve görkemle dolu anıtsal bir mahalledir âdeta. Burası akropolisi ve Jüpiter madeniyle Bizans’ın eski sarayı olmakla birlikte sonradan buraya İmparatoriçe Placidia’nın sarayı ve Arcadius hamamları inşa edilmiştir; burada Ayasofya Cami ve Sultan Ahmet Cami ile onların ortasında bronz ve mermerden bir Olimpos’un yer aldığı ipek ve leylak giyimli kalabalığın çığlıkları arasında, incileri takıp takıştırmış imparatorların önünden uçup giden altın arabaların geçtiği eski hipodrom yerine kurulmuş at meydanı bulunur. Bu tepeden sarayın batı duvarlarının yayıldığı ve antik Bizansın sınırlarının çizildiği, Sadaret Sarayı ve Hariciye Nezaretine açılan Babıali’nin yükseldiği sığ bir vadiye inilir: bu öyle bir mahalledir ki imparatorluğun kaderindeki tüm kederler sanki buraya toplanmış gibi sessiz ve katıdır. Bu vadiden; tamamı mermerden yapılmış Osmanlı’nın ışığı Nuri Osmaniye Cami’nin ve üstünde büyük imparatorun başı ile Apollo’dan yapılmış bronz heykeli bulunan, eski zamanlarda revaklar, zafer takları ve heykellerle çevrili eski forumun tam ortasındaki Constantinus’un yanık sütununun yer aldığı ikinci tepeye çıkılır. Bu tepenin hemen ötesinde Bayezid Cami’nden Valide Sultan Cami’ne kadar uzanan ve kalabalık ve gürültülü sokakları yüzünden insanın gözleri sulanmış, kulakları sağırlaşmış şekilde çıktığı, sayısız sokaklarla kaplı bir labirentten oluşan çarşı vadisi vardır. Bir zamanlar hem Marmara Denizi’ne hem Haliç’e egemen olan üçüncü tepede Ayasofya’nın rakibi, Türk şairlerinin dediği gibi İstanbul’un sevinci ve parıltısı Süleymaniye Cami ile İstanbul’un antik saray kalıntılarının üzerinde yükselen, zamanında Fatih Sultan Mehmet’in ikamet ettiği ve ardından eski sultanlar için bir saray olarak tahsis edilen Harbiye Nezaretinin muhteşem kulesi bulunur. Üçüncü ile dördüncü tepe arasında ise, evlerle dolu vadinin üzerinde çok ince iki sıra kemerden oluşan, salkım saçak yeşilliklerin sarmaladığı, Valente imparatorunun devasa su kemeri bir asma köprü gibi uzanır. Bu su kemerinin altından geçince dördüncü tepeye çıkılır. Burada, İmparatoriçe Elena tarafından kurulan ve Teodora tarafından yeniden inşa edilen ünlü Havariler Kilisesinin kalıntıları üzerinde, çevresinde medreseler, hastaneler, kervansaraylar bulunan Fatih Cami vardır; caminin yanında köle pazarı, Fatih hamamları ve emperyal kartallarla süslenmiş mermer mezar taşlı Marciano’nun granit sütunu ve bu sütunun yakınında yeniçerilerin katliamının gerçekleştiği o meşhur et meydanı bulunur. Başka bir semtin yer aldığı vadiyi de geçince beşinci tepeye çıkarsınız, bu tepede bahçe hâline getirilmiş San Pietro’nun eski sarnıcının yanında Yavuz Selim Cami vardır. Aşağıda, Haliç boyunca, eski Bizans’ın, Paleologhi ve Comneni’nin halefleri ile sığındıkları ve 1821’de korkunç katliamların gerçekleştiği, patrikhanenin merkezi Rum mahallesi Fener vardır. Beşinci vadiye indikten sonra altıncı tepeye çıkılır. Burası; Konstantin’in kırk bin Got’dan oluşan sekiz birliğinin işgal ettiği yerdir, dördüncü tepeyi içine alan ilk surlar bu çemberin dışındadır ve yedinci birliğin işgal ettiği bu alan Hebdomon adını almıştır. Altıncı tepe üzerinde konstantin Porfirogenete sarayının surları durur. İmparatorların taç takma törenlerini gerçekleştirdikleri
СКАЧАТЬ