Silah Çarşısı
En zengin ve en renkli çarşılardan biri de silahlar çarşısıdır. Aslında burası bir çarşıdan çok hazinelerle dolup taşan, insanın aklına birtakım efsaneleri ve hikâyeleri getiren görüntülerle dolu ve inanılmaz bir merak duygusu uyandıran bir müze gibidir. Burada, Mekke’den Tuna’ya kadar olan İslam savunmasında kullanılmış, sanki Yavuz Selim ve Muhammed Peygamber’in ateşli askerlerinin elinden daha şimdi alınmış gibi duran kılıçlar, Anadolu’dan Avrupa’ya kadar kesilmiş başlar ve parçalanmış organlar saçan o yenilmez sultanların, cengâver yeniçerilerin, sipahilerin, azapların ve silahtarların kan çanağına dönmüş gözlerinde parlıyormuş hissi veren en tuhaf, en tüyler ürpertici silahlar bulunur. Havadaki kuş tüylerini bile parçalayabilen, küstah elçilerin kulaklarını uçuran meşhur palalar, tek bir hamlesiyle insanın kafatasını parçalayıp kalbe kadar inen ağır hançerler, Sırp ve Macar miğferlerini ezen topuzlar, bıçağının üzerinde hâlâ kesilen kafaların sayısını gösteren çeltiklerin yer aldığı, sapı fil dişi kakmalı, ametist ve yakutla süslü yatağanlar, gümüş, kadife ya da saten kılıflı, akik ya da fil dişi kulplu, işlemelerle, mercan ve turkuazlarla süslenmiş, Kur’an’dan ayetlerin altından harflerle dokunduğu, kavisli ve eğri bıçağı sanki saplanacak bir kalbi arıyormuş gibi duran hançerler bulunur. Kim bilir belki de bu karmaşık ve korkunç cephanede Orhan Gazi’nin palası, savaşçı derviş Abd-El-Murad’ın güçlü kolları ile tek hamlede kafaları uçurduğu ahşap kılıç ya da Sultan Musa’nın Hassan’ı omzundan kalbine kadar parçaladığı ünlü yatağan, İstanbul surlarına ilk merdiveni dayayan Bulgar devinin devasa kılıcı, II. Mehmed’in Ayasofya’nın tonozları altında yağmacı bir askeri öldürdüğü yarasa, İskender’in surların altındaki Firuz Bey’i ikiye ayıran büyük kılıcı bile vardır. Burası Osmanlı tarihinin en korkunç kılıç darbelerini ve en korkunç katliamlarını akla getirir ve özellikle de bu bıçakların üzerinde hâlâ bu kanların durduğunu, şu dükkânlardaki ihtiyar Türklerin katliamın yapıldığı yerden cesetleri ve silahları bizzat topladığını ve her bir köşesi dağılmış iskeletleri karanlık bir köşede sakladığını sanırsınız. Silahların ortasında hilaller ile işlenmiş kırmızı ve mavi kadifeden eyerler, altın ve inciden yapılma yıldızlar, tüylerle süslü at koşumları, gümüşten gemler ve görkemli taht çuhalarına benzeyen örtüler vardır: Bir peri padişahının hayallerini süsleyen şehre girişi için kullanılan, Binbir Gece Masalları’ndan alınmış at koşum ve giysileridir sanki. Tüm bu hazinelerin en üstünde, duvarlarda çarklı misket tüfekleri, büyük Arnavut tabancaları, mücevher gibi işlenmiş uzun namlulu Arap tüfekleri, kaplumbağa kabuğundan ve su aygırı derisinden yapılma antik kalkanlar, Çerkez zırhları, Kazak kalkanları, Moğol miğferleri, Türk yayları, cellatların satırları ve her biri bir suçu ifşa edercesine duran ve saplandığı kişinin acı ile kıvranışlarını akla getiren bıçaklar asılıdır. Bu tehditkâr ve görkemli malzemelerin tam ortasında Kapalıçarşı’nın çoğu kasvetli, kederli, sultanlar gibi bir başına ve mağrur, Hicret vaktinden gelmişler gibi giyinmiş ve yozlaşmış torunlarına atalarının hâl ve hareketlerini hatırlatmak için mezarından çıkıp gelmiş gibi duran ve Türk oldukları ayan beyan ortada tüccarlar bağdaş kurmuş otururlar.
Görülmesi gereken bir başka pazar bitpazarıdır. Eğer görebilseydi Rembrandt kesinlikle burada yaşamak isterdi ve Goya son kuruşunu burada harcardı. Hayatında hiç Doğu işi bir eskici dükkânı görmemiş biri buradaki çeşit çeşit paçavraları, renk karnavalını, kontrastların ironisini, bir zamanların hem gösteri havasında hem de barbar görünümlü kıyafetlerinin nasıl bir manzara oluşturduğunu hayal edemez; haremlerden, kışlalardan, saraylardan, tiyatrolardan gelen paçavraların hemen hepsi buraya yığılırlar ve kendilerini resmedecek bir ressamın ya da bir dilencinin gelip de onları gün ışığına çıkarmasını beklerler. Surların içindeki uzun duvarlara hepsi sanki bir hançerle delik deşik edilmiş gibi yırtık pırtık, yağ kir içinde ve Apses mahkemesinin masalarında görülen, katledilmiş insanların geriye kalan uğursuz eşyalarını hatırlatan eski Türk üniformaları, kırlangıç kuyruklu paltolar, eski beylerin dolmanları, dervişlerin cüppeleri, Bedevilerin harmanileri asılıdır. Bu paçavraların arasında yer yer Arap işi yaldızlı nakışlar parlar: eski ipek kuşaklar, yıpranmış sarıklar, yırtık şallar, öfkeli bir hırsız tarafından hırpalanmış gibi duran tüyleri ve incileri dökülmüş kadife cepkenler, belki de şu anda Boğaz’ı diplemiş bir çuvalda uyuyan, sadakatsiz güzele ait şalvar ve peçeler, fişekleri paslanmış Çerkez kaftanlarının, uzun Kara Yahudi togaslarının, kim bilir kaç kez haydutun silahını, katilin kamasını sakladığı ceketlerin ve ağır paltoların arasında hapsolmuş ince, yumuşak renkli kadın kıyafetleri ve süs eşyaları görülür. Akşama doğru, tonozların deliklerinden sızan gizemli ışıkta, tüm bu asılı kıyafetler asılmış cesetler gibi belli belirsiz bir görünüm alır ve insan bir dükkânın dibinde parmaklarını çengel gibi yaparak alnını kaşıyan, kurnaz gözleri ışıldayan yaşlı bir Yahudi görse, onun bu idam iplerini sıkan cellat olduğunu düşünebilir ve çarşının kapanacağı korkusuyla gözlerini kapıya dikebilir.
Şayet bu tuhaf şehrin tüm sokaklarını görmek istiyorsanız, bir günlük tur asla size yetmez. Sırada Fas’tan Viyana’ya kadar tüm ülkelerin feslerinin bulunduğu fes pazarı var. Burada; insanı kötü ruhlardan koruyan Kur’an ayetleri ile bezeli fesler, İzmir’in güzel Rum kızlarının madeni paralarla parlayan СКАЧАТЬ