PANGALTI
Mezarlıktan çıkıyoruz ve kendimizi geniş caddelerle sarılı, yeni binalarla çevrili, köşkler, bahçeler, hastaneler ve büyük kışlalarla örtülü bir başka Hristiyan mahallesi Pangaltı’da buluyoruz. Burası İstanbul’un denize en uzak mahallesidir. Burayı dolaştıktan sonra Haliç’e inmek üzere geri dönüyoruz. Ancak mahallenin son sokağında değişik ve görkemli bir merasime tanık oluyoruz: bir Rum cenaze konvoyuna. Sessiz bir kalabalık yolun her iki tarafından ilerliyor, en önde işlemeli cübbeleriyle bir grup Rum papazı var, başında tacı ve uzun yaldızlı giysisi ile başpapaz, daha canlı renklerde giyinen genç papazlar, en pahalı kıyafetleri giymeyi tercih etmiş akrabalar ve onların arasında çiçeklerle süslenmiş bir tabut bulunuyor, tabutun içinde satenden bir elbise giydirilmiş, her tarafına ışıldayan mücevherler takılmış, kar gibi beyaz yüzlü, spazm geçirmiş gibi büzülen küçük ağızlı, güzelce örülmüş simsiyah saçları göğüslerine uzanan on beş yaşlarında gencecik bir kız yatıyor. Tabut geçiyor, kalabalık dağılıyor, konvoy uzaklaşıyor ve biz bu ıssız sokakta düşünceli ve yalnız kalıveriyoruz.
AYA DİMİTRİ
Pangaltı’nın tepelerinden aşağı iniyoruz, küçük kurumuş yatağı ile bir derenin üstünden geçiyoruz ve bir tepe daha inince karşımıza başka bir mahalle çıkıveriyor: Aya Dimitri. Buradaki tüm nüfus neredeyse Rum. Ne yana dönseniz simsiyah gözlü, kartal burunlu insanlar çıkar karşınıza, patriarkal yaşlılar, hızlı ve cesur delikanlılar, saçları omuzlarına dökülen kadınlar, sokağın ortasında, tavuklar ve domuzlar arasında dolanıp sokağı ahenkli çığlıklarla inleten cin gibi haylaz çocuklar burada yaşarlar. Çakıl taşlarıyla oynayıp hepsi bir ağızdan konuşan bir gruba yaklaşıyoruz. Aralarında en haylaz görünen, her dakika fesini fırlatıp “Zito! Zito! (Yaşasın!)” diye bağıran sekiz yaşlarındaki bir oğlan kapının önünde oturan başka bir çocuğa dönerek İtalyanca bağırdı: “Checchino! Topu atsana bana!” Çocuk kaçıran çingeneler gibi ani bir atakla çocuğu kolundan yakaladım ve “İtalyan mısın sen?” diye sordum. “Hayır efendim, İstanbulluyum.” diye cevap verdi. “Peki, kim öğretti sana İtalyanca konuşmayı?” diye sordum. “Annem tabii ki.” diye cevap verdi. “Annen nerede peki?” Tam bu sırada kucağında bir bebekle güler yüzlü bir kadın yanımıza yaklaştı, aslen Pisalı olduğunu söyledi, kocası Livornolu bir taş ustasıymış ve sekiz yıldır İstanbul’da yaşıyormuş, kolundan tuttuğum bu çocuk da onun oğluymuş. Eğer bu kadıncağız kafasında tırtıklı bir taç ile omuzlarında bir mantoya sahip olsaydı İtalya’yı gözümde ve gönlümde bu kadar iyi canlandıramazdı. “Nasıl geldiniz buralara?” diye sordum. “İstanbul hakkında ne söyleyebilirsiniz?” “Ne mi söylerim?” diye safça gülümsedi. “Bu şehir sanki karnavalın son günündeymişim gibi gelir bana hep.” Ve sözün burasında Toskana lehçesinde konuşmaya başlayarak, bize Müslümanların İsa’sının Muhammed olduğunu, bir Türk’ün dört kadınla evlenebileceğini, eğer öğrenilmeye kalkılırsa Türkçenin aslında kolay bir dil olduğunu ve bunun gibi ıvır zıvır bir şeyler söylediyse de bu Rum mahallesinin ortasında kendi dilimizden bir şeyler konuşulması herhangi bir bilgiden daha kıymetliydi bizim için ve o kadar ki ayrılmadan önce yumurcağın avucuna bir gümüşlük bıraktık ve vedalaşırken ikimiz de aynı anda “Az da olsa İtalyan havası ne de iyi geliyor insana!” demeden edemedik.
TATAVLA (KURTULUŞ)
İkinci kez küçük vadiden geçerek kendimizi bir başka Rum mahallesinde buluyoruz: Tatavla. Karnımız guruldadığı için İstanbul’un görünüş olarak kendine özgü ama aslında hepsi birbirine benzeyen sayısız meyhanelerinden birinin içini ziyaret etme fırsatı buluyoruz. Burası, bir tiyatro oyunu sergilenebilecek kadar geniş, yalnızca sokak kapısından ışık alabilen ve her yerinden ahşaptan korkuluklar yükselen genişçe bir odadan oluşuyor. Bir tarafta sobanın önüne geçmiş, kollarını sıyırmış haydut görünümlü bir adam balık kızartıyor, kebap çeviriyor, sosları karıştırıyor yani insan ömrünü kısaltacak yemekleri hazırlamakla meşgul, diğer tarafta ürkütücü bir eleman bar masasının üzerindeki kadehlere siyah ve beyaz şarapları dolduruyor, meyhanenin ortasında ve önünde sırtı açık cüce sandalyeler ve ayakkabıcı kundurasını hatırlatacak yükseklikte masalar bulunuyor. Meyhaneye biraz utangaç bir havayla giriyoruz çünkü içeride ayak takımından bir grup Rum ve Ermeni oturuyordu, bizi alaya almalarından çekiniyorduk ancak bir tanesi bile tek bir bakış atmaya tenezzül etmedi. Bana öyle geliyor ki İstanbul sakinleri bu dünyanın en az meraklı insanları; birinin senin dünyada olduğunu fark etmesi için ya bir sultan olacaksın ya da Pera’daki deli adam gibi anadan doğma sokaklarda dolaşacaksın. Bir köşeye oturduk ve beklemeye başladık. Ancak kimse gelmiyordu. O zaman anladık ki İstanbul meyhanelerinde yemeğini kendin alman gerekiyor. Sobanın başına gittik ve hangi dört ayaklının etinden yapıldığını yalnızca Allah’ın bildiği kebaplardan istedik, sonra bar masasına geçerek Tenedos reçineli bir kadeh şarap aldık ve ancak dizimize kadar gelen masanın üzerine aldıklarımızı bırakıp gözlerimizin beyazları çıkıncaya dek kurbanımızı yedik. Hesabı sessiz sedasız hallettik ve ağzımızdan bir havlama ya da anırma çıkar diye korkumuzdan tek kelime etmeden meyhaneden çıkıp Haliç’e doğru uzanan yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.