Название: Safiye Sultan
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-975-2
isbn:
Ve Cafer, kelimesini değiştirmeye imkân görmediği bu emri, İtalyancaya çevirmeye hazırlanırken derin derin içini çekerek ilave etti:
“Dinimizde zor yoktur, ikrah yoktur. İsterse Müslüman olur isterse olmaz. Fakat burada kalmak için mutlaka bizim dinimizi kabul etmesi icap eder. Buralarını da -onu korkutmadan, gücendirmeden-anlat!”
Cüce, büyük bir dikkatle tercüme işini yapmaya başladığı sırada Şehzade Murat için için terliyor ve yine için için titriyordu. Çünkü Venedikli güzelin, öbür halayıklar gibi, ulu orta açılan kucaklara körü körüne düşecek, otur denilen yerde deve yavruları gibi çöküp, kalk denilince de sıçrayıp kalkacak soydan olmadığını sezinlemişti. Şu hâlde onun, dinini terke rıza göstermemesi de muhtemeldi. Şimdi, bu ihtimal tahakkuk ederse kendisi ne yapacaktı? Saray ananesine hürmet göstererek, henüz ağız tadıyla tek bir busesini bile alamadığı, bu eşsiz güzeli sürüp kovacak mıydı yoksa padişahın pek muhtemel hiddetine ve bütün memleketin nefretine göğüs gererek onu yanında alıkoyacak mıydı?
Birinci şıkkı kolaylıkla kabul edemeyeceğini anlıyordu. Çünkü kızı -aşk denilecek kadar kuvvetli bir duyguyla- seviyordu. Kalbinde bir çıralaşma duyuyor ve Bafa’nın gülümseyen bir bakışından, pırıldayan bir tebessümünden hatta somurtuşundan o çıralarmış kalp, ateş alıp alev alev yanıyordu. Bu bir aşk, bir tutkunluk, bir sevda, bir şeydalık başlangıcı mıydı? Yoksa kızgın bir iştiha alameti miydi? Şehzade, buralarını kestirmek şöyle dursun hatta muhakeme bile edemiyordu. Ancak Bafa’dan -din ayrılığı yüzünden de- ayrılmak kudretini kendisinde bulamıyordu.
Fakat ayrı bir din taşıyan ve İslam dinine girmesi hakkındaki teklifi reddeden bir kadını yanında tutmak da kendisine felaket getirebilirdi. Buna ne anane ne muhitin müsamaha seviyesi müsaitti. Şu takdirde ne yapmalıydı ve ne yapabilirdi?
Murat’ın hatırına bir aralık adaş dedelerinden İkinci Murat’ın nikâhlısı bulunan Sırp prensesi Mara geldi. Fatih Sultan Mehmet, babasının ölümüyle tahta çıkınca üvey anası bulunan ve dul kalmış olan bu prensesi öz yurduna, Sırp iline yolladı ve kadın orada eski dinine avdet ederek yaşamaya başladı. Demek ki Türk sarayına gelip de dinlerini değiştiren kadınların bu ihtidaları samimi değildi. Hele yaşça biraz ilerlemiş, büluğ çağına varmış kızların dinlerini gerçekten değiştirdiklerine inanmak çok güçtü. Bafa’nın, dinini bırakmamakta ısrar etmesi hâlinde, onu zorlamayarak ve Hristiyan olarak yanında alıkoymak, bir sual vukusunda da Prenses Mara misalini ileri sürüp müdafaalar yapmak acaba mümkün değil miydi?18
Şehzade Murat, ömrünün belki ilk ızdıraplı dakikasını yaşıyordu. Zihninde sıralanan bu bir sürü kâbusun pençesinden kurtulmak için, gözlerini Bafa’nın ağzına dikerek verilecek cevabı bekliyordu. İtalyanca bilmediğini unutmamakla beraber, kızın dudaklarında belirecek yumuşaklığa veya sertliğe bakıp cevabın hoş mu, nahoş mu olduğunu anlayacağına itimat besliyordu.
Bafa, cüce Cafer’in büyük bir itina ile yaptığı tercümeyi sonuna kadar sükûnla dinledi, ne telaş ve ne hayret gösterdi, aynı sükûnet içinde şu cevabı verdi:
“Aşkın dini olmaz. Daha doğrusu aşk, tabiatın en dürüst dinidir. Prens hazretleriyle biraz önce, aşka doğru yürümeyi karalaştırmıştık. O hâlde bu teklife ne lüzum var?”
Murat, şiirle ve tasavvufla da -kalabalığa uymak, halka hoş görünmek için- uğraşırdı. O sebeple hakiki ve mecazi aşklar hakkında hayli şey biliyordu. Lakin aşkın, o güne kadar bu derece güzel bir ağızla tarif olunduğuna şahit olmamış, hele rüsvaylıktan ibaret olmak üzere tanıtılan aşkın bütün insanları koynuna alabilecek kudrette bir din olarak da kabul olunacağını duymamıştı. Cafer’in yaptığı kuvvetli tercümeden derin surette heyecanlandığı için Bafa’nın cevabını küçük boylu tercümana bir daha ve bir daha tekrarlattı, sonra derin derin düşünmeye koyuldu.
Yaşı küçük, buluşları -kıymetçe- pek büyük olan şu Venedik dilberi, onun en hassas tarafını işte yakalamıştı. Çünkü o, fâni hayatta, aşktan başka ruhu alakalandıracak bir zevk bulunmadığına inanırdı. Aşk, bu genç şehzade için yegâne hakikat olup ondan gayri her şey, her düşünce, her iman sarih birer yalandan ibaretti. Aşk, güneşe ve başka zevkler birer yıldıza benzerdi. Nur ve hayat güneşteydi, ötekiler -hakikatte mevcut olmayan- sahte birer ışık içinde, yalancı bir varlık taşıyorlardı, güneş olmasa ay ve o milyon milyon yıldız nasıl bir hiç olup kalırsa aşkın yokluğu hâlinde, bütün beşerî zevklerin de sıfıra münkalip olması muhakkaktı.
Şimdi o hakikate, yani aşkın beşerî hayatta tek “varlık” oluşuna ve var görünen başka hâletlerin aşka bağlı birer basit tecelliden, denizdeki köpükler gibi hem var hem yok sayılacak şeylerden ibaret olduğuna on kat, yirmi kat çoğalmış bir imanla inanıyordu. Çünkü Bafa, aşkın azametini kabul ediyordu. Ve her idrake kolay kolay sığmayan o azamet, bu güzel ağızda maddeleşmiş, nurani bir hakikat oluyordu.
Fakat aşk, tende can, çiçekte ıtır gibi sezilip de tarif olunamayan ilahi sırlardan, samedanî muammalardandı. Taalluk ettiği ruhu kemale ulaştırmakla beraber, o ruhun mahfazası olan bedeni ekseriya alil eder, zelil eder. İdrake, cila, kalbe garip bir istiğna verdiği hâlde, ışığına layık gördüğü kimseleri hemen hemen daima, derbederliğe sürükler, sefil eder. Böyle her kudretten üstün bir kudreti kavramak hünerdi, din olarak tarif etmek marifetti. Bafa, işte bu hüneri ve bu marifeti de gösteriyordu. Duygu ve sezgi bakımından çok olgunlaşmış olduğunu ispat ediyordu.
Murat, bizzat aşk kadar güzel olan kızın, bu pek yüksek hassasiyeti karşısında basit bir ruh, kalp bir kalıp gibi görünmek istemedi, aşk dininin “hak” olduğuna çok iman ettiğini göstermek gayretine düştü, daha doğrusu cezbeye kapıldı, yerinden fırladı:
“Güzel kız, güzel kız!” dedi. “Aşkın din olduğunu ilk sezenler biziz hatta o din için dört değil, belki dört yüz İncil de yazmışız. Şu okuyacağım ayetler de o İncillerin birinden alınmıştır.”
Ve biraz durdu, Bafa’nın gözlerine bakarak heyecanını alabildiğine kuvvetlendirdikten sonra, tazarruat sahibi Sinan Paşa’dan şu mensur şiirleri okumaya başladı:
“Dünya gariptir. Kedi gibi doğurduğunu kendi yer. Köpek gibi yaltaklandığını ısırır. Dünya kiminle ahdetti de yine bozmadı? Kiminle akdetti de yine çözmedi? Kimdir ki bu âlemin revacını kesatsız, salahını fesatsız, yükselişini inişsiz, inişini yokuşsuz, sulhünü cidalsiz, devletini zevalsiz, ferahını belasız, sevincini mihnetsiz ve iptalasız, bekasını fenasız, gınasını inasız, nimetini gamsız, lezzetini elemsiz, şerbetini zehirsiz, lütfunu kahırsız, azizini mezelletsiz, bahtiyarını zilletsiz, vuslatını firaksız, dostluğunu nifaksız görmüş ola?”
“Bu bir evdir ki, imaretleri harap, emelleri nayap, izzetleri tahkir, tazimleri tasgir olan afetler arası, beliyyeler menzilidir. Her kim ki cihan kâsesinden hayat şerbeti içti, akıbet ölüm humarı görse gerektir. Her kim ki zaman bostanından rahat gülü kokladı, elbet diken yarası çekecektir. Hangi ikbal ağacıdır ki ecel anı bimecal etmemiştir? Hangi cemal bağının çiçeğidir ki ölüm hazanı onu yere düşürmemiştir? Hangi nakış vardır ki hadisat tufanı içinde kaybolmuş bulunmasın? Hangi güzel yüzdür ki çer çöp arasına karışmış olmasın? Nice şehriyarların, СКАЧАТЬ
18
Fatih Sultan Mehmet tahta çıkar çıkmaz -korkunç bir ihtiyat tedbiri olarak- iki yaşındaki kardeşi Ahmet Çelebi’yi boğdurttuğu ve anası olan İsfendiyar kızını beylerden birine verip Anadolu’ya sürdüğü gibi babasının en sevgili zevcesi ve Sırp prensesi Mara’yı da bir irad tahsisi ile Sırbistan’a yollamıştı (1451). (y.n.)