Название: Safiye Sultan
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-975-2
isbn:
“Dostlarım…” dedi. “Venedik’te herkesin gördüğü bir çehrenin burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”
Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:
“Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”
Deli Cafer, isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük çapta bir hasır sandık gösterdi:
“Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”
Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyorlardı. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olmak zevkinden, saadetinden mahrum ve o güzeli Türk yurduna mal etmek kaygısı işte, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı -yetmişinden sonra- böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden pervaları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mesut olarak yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Bafa’yı da -Kubat Çavuş’un ihtarı üzerine- Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.
Bafa, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekân mefhumlarını unutmuş gibiydi. Lakin ardı arası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini duymaz görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkânsızlığını ve mukadder olan hedefe tahtırevan katırlarının adımıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cücelerle oyalanmaya koyuluyordu.
İşte bu suretle Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve bahtiyar uzanıyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı, atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişlerdi. Doğrudan doğruya o devletluya konuk olmak ve Bafa’yı hanlarda halkın merakına açık tutmamak istiyorlardı.
Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyorlardı: Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzayan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölmezleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de iştirak ettiklerinden kendileri de pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyorlardı ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinde şüphe etmiyorlardı.
Sarayda rastladıkları ilk muamele onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermişler, kafileyi içeri almışlar, hayvanlarını ahırlara çekmişler ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafa’yla beraber- bir daireye yerleştirmişlerdi. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya konulunca birtakım teşrifat başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur, nazik olduğu kadar kati bir lisanla, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye arz olunacak haceti evvela onlara anlatmak lazım geldiğini ihtar etmişti.
Deli Cafer’le Kara Kadı -kısa bir müzakereden sonra- Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih ettiklerinden konuklar memuru olan zat kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidip geliş sonunda -terli terli- korsanların yanına gelerek müjde verdi:
“Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”
Korsanlar, Afrika şimalinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından sirayet eden şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anlamış takımdan oldukları için Osmanlı padişahının büyük oğlu yanında başmüşavir gibi bir durum kazanmış olan Şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgamadılar. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri -sanki kırk yıl çapa kullanmış gibi- nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.
Korsanlar, yanına gelenlere saygı telkin etmekten ziyade kahkahalarla gülmek ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyorlardı. Süklüm püklüm oturuyorlardı. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.
“Hoş geldiniz şehbazlar…” dedi. “Yolculuk nereden?”
Kara Kadı, iki elini dizleri üstüne koyarak -bir mürit saygısıyla-cevap verdi:
“Venedik’ten!”
Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi:
“Demek devletlu şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”
İçin için la havle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmaktan ve densizlik etmekten kendini korumak için tırnaklarını avuçlarına batıradururken Kara Kadı dile geldi, vaziyeti anlattı:
“Şeyh efendi biz tacir değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler uğrulamak için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da orada idi. Gözümüze hasna, müstesna bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya?.. Kubat’ınki de öyle. Ey, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Kor-fu adasına gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’i bıraktık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”
Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:
“Ganimet…” dedi. “Yaman. Gelgelelim ki paylaşılmasına imkân yok. Ortaklaşa gönül idaresi de müşkül. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğrunda feda etmemek için onu devletlu şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”
Ve СКАЧАТЬ