Kalemin İzindekiler. Muhittin Gümüş
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kalemin İzindekiler - Muhittin Gümüş страница 10

Название: Kalemin İzindekiler

Автор: Muhittin Gümüş

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6853-07-2

isbn:

СКАЧАТЬ sıra anlatıyor. Çok hoşsohbet bir insan olduğunu gördük. Ramazan girdiğinden beri pek sakin görünüyor. Neden acaba?

      – O, ramazan ayı haricinde her akşam kafayı çekmeden eve dönmez. Mübarek ayın hürmetine böyle sükûnet içinde duruyor.

      – Geçenlerde burnu kanadı, kanama durmayınca Numune Hastanesine biz götürdük de kurtuldu. “Erkek evladım olmadı.” diye içiyorum demişti. Eve döndükten sonra bizden çok memnun olduğunu söyledi.

      – Gençler! Allah orucunuzu kabul etsin. İnşallah uygun zamanda yine soframıza bekleriz.

      Beklenmedik davetten mutlu bir şekilde ayrılan gençler, böylece yeni davetlere adım atıyordu. Türk insanının derunundakileri anlatması bile sorun. Kimisi söz ustasıdır, kimisi de “Ben çok güzel şeyler demek istiyorum ama anlatmaya söz bulamıyorum…”, der. Kimisi de doğru sözü yanlış zamanda, yanlış yerde söyler. Ramiz amcanın durumu aslında öyledir ve Ramiz amcalar hep vardır bu memlekette.

***

      Üniversite öğrenciliği pek de kolay geçmiyor Orhan için. Her öğrencinin derdi de başka, derdinin dermanı da başka. Kendi hâline şükrederken bir yandan da derslere eksiksiz devam ediyordu. Arada bir şehrin parklarına ve değişik semt ve mahallelerine gidip insan manzaralarını seyretmeyi seviyordu. Bir gün Ankara kalesine, başka bir gün Bahçelievler’e, bir hafta sonu Çankaya semtini gezdiyse, takip eden hafta Mamak’ta Boğaziçi Mahallesine gidiyordu. Ekonomik ve kültürel bakımdan farklı yerleri gezerken ülkenin değişik insan davranışlarına şahit oluyor ve böylece gözlemde bulunup kendince gelecekte sosyolojik yorumlar yapmak için birikim sağlıyordu. Arkadaşları bazen merak edip gerçekten niçin çok farklı yerleri geziyorsun, böylece ne elde etmek istiyorsun? diye soruyorlardı. Orhan’ın Ankara’daki eğitim hayatı yoğun geçse de zaten bu şehir içi gezilerini yaparken bedenen olmasa da zihnin ve ruhen dinleniyordu, en azından öyle hissediyordu. Kendisiyle musahabe hâlindeyken ummadık sözleri ve olayları hatırlıyordu. Orhan’ı ara sıra fakültede bazen de evinde ziyaret eden İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan çocukluk arkadaşı Muzaffer de benzer yorumlar yaparken öyle demişti. Her zamanki gibi aralarında geçen bir konuşmada yaşamaktan maksat nedir ve hayattan ne anladıkları üzerine konuşurlarken Orhan Muzaffer’e:

      – Yaşamak nedir sence?

      – Yaşamak; hissetmektir. Hissetmediğinde “yoksun” demektir.

      – Çok hissediyorsa insan ne yapmalı?

      – Çok hissediyorsan, çok yoğun duygular yaşıyorsun demektir. Henüz derinlere gidecek ehliyete sahip değiliz. Bir gün elbet cevapsız sorulara kendimiz cevap veririz. Yine de cevap bulamazsak bilenleri aramakla geçer ömrümüz. Çok okumalıyız çok… Felsefe okumalıyız, düşünmeyi ve düşündüklerimizi anlatmayı öğrenmeliyiz. Henüz çok göğbaşız biz yani hamız kardeşim.

      – Bir yanda varlık, bir yanda yokluk içinde bir hayat var bu şehirde. Özlemlerim var benim; bizim yörenin ifadesiyle bazı şeyleri pek göresidim vallahi.

      – Nedir Orhan o göresidiğin şeyler?

      – Adım attığımda her kapıdan aynı yağın, aynı aşın, aynı ekmeğin kokusu gelsin burnuma. Zenginle fakirin sofrasında çok fark olmasın. Ekmeğin, cevizli-haşhaşlı çöreğin kokusu ile kömüş yoğurdunun lezzetini göresidim.

      – Azizim, sen geleceğe bak. Takılma bunlara… Bu şehirde ortak olan bir koku yok, kokular var; benzin, mazot, yakıt kokusudur. Kış gelince de berbat kömür ve is kokusudur. İster beğenirsin ister beğenmezsin. Bizim oraların çiğdem, menekşe ve nevruz çiçeklerinin, ardıç ağaçlarının kokusunu daha çok özleyeceksin.

      – Tabiat yerine beton ve taş yapılar arasında bir de içindekileri düşünürsek vay hâlimize… Aslında yokluklar içinde büyük zenginliklere sahip olduğumuzu elbet bir gün daha fazla hissedeceğiz. O zaman köyümüzün ormanı, suyu, havası, dağı, taşı hissedildikçe yaşadığımızı da hissedeceğiz.

      – Orhancığım! Nostalji diye bir kavram var, bu aralar moda oldu her konuşmada bu sözü kullanmak. Geçmişe özlem duygusu olarak ifade edersek herkesçe anlaşılır. Henüz genç bir üniversite öğrencisiyiz! Geçmişimiz ne kadar ki? Şimdilik geleceğe bakalım geleceğe…

      Ders çalışmaktan başka ilgi alanı bulamayan Celal ise babasının yaşadığı sıkıntıları hissettirmemeye çalışsa da derdini paylaşacağı tek kişi Orhan’dı. Liseyi de devlet parasız yatılı öğrencisi olarak birlikte okumuşlardı. Kader birliği yapıp imkânlar çerçevesinde yine beraber okuma gayretindeydiler. Hemşerisi Ali Şakir, Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Arada bir konuşmaları, ziyaretleri Celal’i rahatlatsa da hafakanların bastığı anlarda içindekileri döktükçe döküyordu sabahlara kadar… Sınıfta yeni arkadaşlar edinse de bu devamlılık arz etmiyor ya hep ya hiç anlayışıyla uç noktalarda dolaşıyordu. Ev arkadaşlarından Recai’yle Faruk evde misafir gibiydiler, bazen sadece yatmaya geliyorlardı. Araştırma ödevleri için ilk başvurdukları Celal oluyordu. Yedi çocuklu ablasının yanında ikamet eden Aksaraylı Yücel de evin müdavimlerinden biri olup ders çalışmada, görev ve sorumluluk almada ideal öğrenci tipine sahip görünüyordu. Hamza Bey, sınıf başkanı olduğundan beri mümessil diye hitap ettiği için herkes de ona mümessil diyordu. Kalabalık sınıftan bazıları adının Yücel olduğunu bilmezlerdi. Yücel’in ziyaretleri evi kütüphane havasına sokuyor, Hakan’ın ziyaretleri ise şenlendiriyordu. Evdeki en güler yüzlü adam Orhan olsa da içinde yanan ateşi ve derunundakileri kimse bilmezdi. Arada sırada elektrik kesintisi olduğunda şarkılı türkülü geceler yaşanıyor, elektrik varken gürültü yapıyorsunuz diye onları arada bir uyaran üst kattaki komşu Hatice teyze de pek memnun kalıyordu. Torunu Sancar’ı gönderip türkü isteklerinde bulunması da pek hoş geliyordu gençlere. “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü rahmetli kocasına ithafen istediğini söylerdi bazen.

      Semra, Orhan’la teneffüslerde bazen derslerde aynı sıraya oturarak günlük olağan öğrencilik hayatına dair konularla sınırlı konularda konuşuyor, Orhan’dan da dolayısıyla benzer içerikte cevap alıyordu. Derslerdeki tartışmalara girmiyordu, sadece dinleyip her zamanki gibi gözlemci tavrını sürdürüyordu. Aynı tavrın Orhan’da da olduğunu fark etmişti. Tartışmalar genellikle dilde sadeleştirme konusunda üstü örtülü biçimde siyasi düşüncelere endeksli yapılıyordu. Bilimsel gerçeklerin yerini siyasî ve ideolojik yaklaşımların bastırmasından rahatsızlardı. Yine hararetli bir tartışmanın yapıldığı Türkiye Türkçesi dersinden sonra Semra, Orhan’a kütüphanenin önünde biraz sohbet etmek istediğini söyledi:

      – Tamam, ama fazla zamanım yok.

      – Seninle ciddi konularda konuşmak için randevu mu almak lâzım?

      Orhan’ın hiç beklemediği bir tavırdı bu. Biraz da kız arkadaşlarıyla hep mesafeli konuşmaya alışmış olan bir gencin Semra’ya cevabı son derece nazik oldu.

      – Estağfurullah Semra. Hadi öyleyse, vaktimizi değerlendirelim.

      – Zamanım yok diyerek başladın söze de onun için dedim.

      – Millî Kütüphaneye gideceğim, orada aradığım kitapları bulurum.

      – Millî Kütüphane 24 saat açık. Sen ilk kez gideceksin galiba. Millî Kütüphane yerinde durur, kaçmaz.

СКАЧАТЬ