Название: Kızın Sırrı
Автор: Danikeyev Öskön
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-99795-4-0
isbn:
– Evet, doğru seçmişler. Gerçekten becerikliymiş, dedi. Becerikli ve bu işi yapabilir. Bilmiyorum, kim nasıl düşünür, ama ben güveniyorum.
Ben içten içe mutlu oluyordum.
Svetlana çaktırmadan bana bakıyordu. Kanay, yüz şekli bozulmuş, sessizce kenara geçmiş oturuyordu.
– Bak Kanay, şu andan itibaren senin birlikte çalışacağın kişi Nujdov değil, bu Kurmanov’dur, dedi ona dönüp Yakovlev.
– Ne zamandandır onu iyi tanıyorsun.
– He he, tanımaz mıyım? Ne olsa da Vasiliy Petroviç, bence protokolü pek doğru yapmadılar. Açıkçası, Kurmanov bu işe göre değildi. O, o… Kanay bir an kendini kaybedecek gibi oldu.
– O arkadan mütevazı, cömert görünüyor, aslında öyle değil. Yoksa burada kendini tek mühendis sanıyor da kalanını basit işçi yerine mi koyuyor, kısacası, her zaman kendini beğenen…
Svetlana onun sözünü kesti:
– Kendini beğenmek derken?! O sana; “Ben mühendisim, sen sadece basit bir teknik elemansın.” mı dedi? Bu yanlış bir şey, Kanay.
Anlık bir sessizlik oldu.
Svetlana konuşmaya devam etti:
– Sadece sana böyle demiş ve üstten bakmış olabilir. Ancak hiçbirimiz Azim’in öyle tavırlarını bu zamana kadar görmedik. Şu da var: “…bu işi yapamaz.” diyorsun, o zaman madenciler neden övgü ve saygı ile karşılıyorlar bu durumu! Her zaman Azim’le çalışanlar mı daha iyi tanıyacak Azim’i yoksa sen mi daha iyi tanıyacaksın?
Kanay oturanların arasında tek kaldığından mı, yoksa Azim’in hakkında olumlu bir şey daha duymak istemediğinden mi bilmem gözlerini yere dikerek, dışarıya doğru giderken:
– Bakacağız, dedi duyulur duyulmaz. Bakacağız…
Şubat ayı. Çarşamba. Dayım büyük çocuğunu alıp komşuya doğru gitmişti. Çok güzel bir hava vardı. Etraf bembeyaz, karın parıltıları ile güneşin nuru çarpışıp, göz alıyordu. Yengemle beraber, evden çıkıp güneş vuran köşeye oturduk. O, çocuklarına dikiş makinesi ile elbise dikiyordu, ben de ders çalışmaya giriştim. Yengemin zaman zaman bana bakıp durduğunu hissediyordum. İlk önce o kadar da alınmadım. Sonuçta insan insana bakar. O beni ilk defa görmüyordu sonuçta, vakit geçiyordu. İkimizin de ses ettiği yoktu. Hala o sırlı sınama bakışları… Ara sıra fark edilir edilmez ofluyordu. Nedense bu durum uzayınca canım sıkılmaya başladı. O halimi yengeme belli etmiyordum. Hiçbir şey fark etmemiş gibi, son kez kitabıma bakıyordum. Kalbim sanki olumsuz bir şey olacağından şüphelenir gibi ara sıra çarpıyordu. Yengemin bir bildiği var gibiydi. Nasıl? Düşüncelerimde boğulup meraklanmaya başlamıştım.
Son zamanlarda yengem de dayım da eskisi gibi değillerdi. Açık konuşmuyorlardı. Sanki benden bir şey gizliyor, içlerine atıyor gibilerdi. Kız çocuğu yetiştirmek biraz zor oluyor değil mi? Olacakları ben de tahmin ediyordum. Böyle durumlarda öksüzlüğün etkisiyle akıldan geçenlere bile alınıyordun. “Bu… Nasıl bir kader benimki?”
Belki de böyle durumlarda herkes kendi yaralarını düşünüyordu. Ondan dolayı mı kaygılanıyorum? Yoksa benim fazlalık olduğumu mu düşünmeye başladılar? Yok, o mümkün değil, inanmak istemiyordum. Nasıl olur da dayım beni kaderime mahkûm etsin! Ne olursa olsun o bana kötülük düşünmez. Öyle kötü durumlara bırakılacak bir yaramazlık yapmadım. Ah, kahrolası öksüzlük!
İçim doldu, boğazım düğümlenmeye başladı. Dudaklarımı ısırıp ne kadar tutmaya çalışsam da sonunda dayanamadan ağlayıverdim. Kitabım elimden düştü. Titreyen ellerimle yüzümü kapatıp dizime kapandım:
– Öksüz, öksüz… Demek ki öksüzlük öksüzlükmüş? Ne kadar içten davransam, öz olmaya uğraşsam da beni bir başkası gibi yabancı gibi görüyorlarmış.
O anda benim “Ba” diyen sesimi duyar duymaz canını veren annemi, yeni yeni adım atmaya başladığımda savaşa gidip, geri dönemeyen babamı hatırlayıp, hıçkırarak ağlayıverdim: Anne… Kurban olduğum babacığım! “Bir taneciğim, şımarığım” diye bana seslenirdin. Şimdi de şımarığın gördüğü güne bak. Bakın…
Ben aniden kendimi tutamayarak nefes nefese sesli ağlamaya başlamıştım.
Dikiş makinesinin sesi tık edip durdu.
– Camal, Camalcım, ay! Yengem oturduğu yerden sıçrayarak kalktı. Ney, ne oldu?
Daha çok ağladım ve bir şey diyemedim. Yengem sarılıp sevgiyle yalvarıyordu. Ben kendimi durduramıyordum. Gözyaşım bitmiyor, ağlamam da kesilmiyordu.
Cakin? Yengem başını başıma dokundurup, sessizce:
– Söyle, güneşim, ne oldu?
Onun sesi bir değişik duyuldu. Ben gözyaşları içinde:
– “Ne oldu…” Ne olduğunu ben nereden bileyim. Ne zamandır sürekli bana bakıyorsunuz. Bir şey de anlatmıyorsunuz, dedim.
– Ne zamandır dayım da…
– Şimdi dayın… Dayının yapısı öyledir. Konuşmayı pek sevmez.
Bayağı zaman geçtikten sonra can sıkıntım geçer gibi oldu, ağlamam durdu. Altımdaki minderin kenarını elleyerek, zaman zaman da oflayarak oturmaya devam ettim. Tuhaf… O arada bile aklımda Azim vardı. Belki o da az ağlamamıştır, diye düşündüm. Öksüzlüğü yüzünden çok çektiği olmuştur. Ona üzüntümden ciğerim parçalanacak gibi oldu.
Yengem sofrayı kurdu, çay getirdi. Çayından bir iki yudum alır almaz:
– Cakin’ciğimm, kurban olduğum… Senin hakkında kötü düşündüğümüzü sanıyorsun. Allah var, dedi sözüne başlarken. Sen artık küçük kız değilsin. On sekizine girdin. Senin yaşında ben anne olmuştum. Sana niye kötülük isteyelim ki. Bak şunlara, şu bizimle sofrayı çevirip oturan çocuklara… Onlara sırayla baktı..
– Bizim için bunlardan farkın yok. Bunlar bizim için nasılsa sen de aynısın.
Yengem sanki benden bir şey duymak ister gibiydi. Ben hiçbir şey demedim.
– Öyle, bereketim. Kötü bir şey düşündüğümüzü sanma, köyde senin hakkında laf söylenmesinden tedirgin oluyoruz. Genç kızların hakkında türlü dedikodular yaparlar. “Milletin ağzı torba değil ki büzesin.” Demişler.
Yengem nedense, durdu. Sadece, yazmasını düzeltir gibi oldu ve sessizce kaldı. İçinde diyemediği bir şey olduğu belliydi. Ama onu bana söylemek istemediğini de anlıyordum. Gizliyor mu? Kalbimi kırıp, hepten derde sokmayı istemiyor mu?
Ben çekinerek:
– Yenge, o ne demekmiş? dedim.
He, СКАЧАТЬ