Kızın Sırrı. Danikeyev Öskön
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kızın Sırrı - Danikeyev Öskön страница 6

Название: Kızın Sırrı

Автор: Danikeyev Öskön

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-99795-4-0

isbn:

СКАЧАТЬ ettim. Terim daha fazla akmaya, yanaklarım alevlenmeye başladı.

      – Selam, dedi Azim ötekine.

      – Selam…

      Kanay sigara izmaritini omzunun üstünden attı ve kendi kendine ıslık çalıverdi.

      – Camal, çekicini bana uzat.

      Azim bana doğru geldi. Ben çekicimi ona uzatıp bakışlarımı yere diktim. Azim sanki sinirlenmiş gibiydi, işaretlenen yerleri saldırırcasına çıkarıyordu, tentenin üzeri tepeleşti. Bir anda bitirdi. Ben ona bakamadan tentenin etrafına kaçmış taş parçalarını toplamaya başladım.

      – Oo… ho, bitirmişsiniz? dedi Kanay, Azim ile dalga geçerek.

      – Gördüğün gibi. Azim sakin bir şekilde cevapladı. Ka-nay ayağa kalkıp ağır ağır adımlarla bize doğru yürüdü. Onun bedeni arka tarafta kalan fenerin aydınlığını kapatıyordu, biz de onun gölgesinde kaldık.

      – Aha haha! Kibarlığa bak hele bak! Kıza saygı göstermek istiyorsan başka yerde yap onu. Burası üretim yeri, anlıyor musun?

      – Hey, Kanay. Neresi olursa olsun saygı her yerde olmalı. Yaş… Üstüne kız çocuğu… Zor. Biz büyüğüz; derdine derman olmamız, akıl verip el uzatmamız daha iyi.

      – Hey, sen kafayı yedirtme bana. Benim işim ile senin hiç alakan yok. Aynı şekilde benim idaremdeki işçilerimle de yok. Duydun mu? O kadar akıllıysan, git kendi kazıcılarına, taşıcılarına emir ver. Öyle, hürmetlim… Şey, hey, kalk! Kalkıp öbür numuneleri parçalamaya başla, dedi bana sert bir tavırla bakarak.

      Aklım karıştı. “Bunlara ne oluyor? Yoksa birbirlerine karşı kötü düşünceleri mi var? Veya…” Nedense kalbim atmaya başladı, geriye çekildim.

      – Hey, sen neden sızlanıyorsun? Ne diyorum ben sana? Yürü git, başla! diye Kanay beni itmeye çalışınca Azim onun koluna hafifçe vurdu:

      – Kanay, sen! Ayıptır.

      – Ney!

      O, hiç beklemeden, Azim’in çenesine tokat attı. Azim böyle bir şey beklemiyordu galiba, kalakaldı. Anlık bir sessizlik oldu ve sonra bir şey daha diyecek oldu. Kanay, dinlemeden bir tane daha vurdu. Ben korkudan gözlerimi kapattım. Dövüşün seslerine dayanamayıp, gözlerimi açtım. Acayip bir şekilde bedenler kendi aralarında çarpışıp, uğraşıyorlardı. Konuşan, ses çıkaran kimse yoktu. Sadece kavganın tuhaf sesi vardı. Birbirleriyle boğuşurken fenere çarptılar. Etraf karanlığa gömüldü. Ben de ne yapacağımı şaşırdım. İmkânım olsa, Azim’e yardım ederdim. Ama nasıl? Ne yapabilirim? Beden yapısına göre Kanay Azim’i yiyebilecek gibiydi. Ama o Azim’den yaş olarak biraz büyük ve güçlü de. “Heee, şimdi…” Cebimde kibrit aradım. Onlar hâlâ dövüşüyorlardı. Kibriti bulduğum an yaktım. İncecik dalı kırılıverdi, onun yanabilecek başı, sanki göklerden uçan yıldız gibi yerde kayboldu. İkisi durur gibi oldu. Bir dal kibrit daha yaktım. Kanay da, Azim de bana bakıyorlardı. Elimde yanan kibrit sönene kadar, yerden feneri kaldırıp yaktım.

      Etraf aydınlandı. Şimdi onların yüzü gözü göründü. Üstlerindeki elbiseleri toz içinde, kafalarında kasketleri yok, ikisinin kasketi de iki tarafta kalmış. Yüzleri gözleri kir içinde, saçları dağılmıştı. Maden kazılacak yerin içinde, kazma işlemi başlamadan toz toprak havaya kalkmıştı.

      Kanay da Azim de nefes nefese kalmışlardı. Kanay yere tükürerek, uzaklaşıp oturdu. Yeni fark ettim Kanay’ın sol gözünün şişkinliğini. Gördüğüm an, Azim’e döndüm. Ama ona pek bir şey olmamıştı. Sadece yanakları yanmış gibi kıpkırmızıydı. Üstündeki montu omuzdan aşağıya sarkıyordu, yırtılmıştı. Kızgın bakışlarını hâlâ daha Kanay’dan almıyordu. Kanay ise uzun bacaklarını salmış, gözlerini yere dikerek oturuyordu. Bir yandan acıyordum. Azim’i ne kadar sevsem de, beyaza beyaz, siyaha siyah demeliyiz. Kanay’ın huyu ve karakteri ağır olsa da pek de kötü birisi değildi. Bölümdeki meslektaşları da aynısını derlerdi: “Nezaketsizliği ve kıskançlığı da olmasa, güler yüzlü, yetenekli, iyi birisi” derler.

      – Kim dört dörtlük ki…

      – Olan oldu işte, yapacak bir şey yok.

      Azim bana gülümsemişti. Sonra ileride yerde duran kasketini alıp, saçlarını düzeltip taktı ve mağaranın çıkışına doğru gitti.

      Daha önce anlatmıştım: “Kanay son zamanlarda nedense değişti.” diye. Onun sebebi benmişim, o zaman bilmiyordum. Her zamanki gibi bölümümüzün mağaralarına denetleme parçalarını almaya gidiyorduk, bazen de maden kuyusuna gidiyorduk. Çalışma şartlarından dolayı bana yapacak işleri buyurup, kendisi başka işlerle ilgilense de olurdu. Ama o öyle yapmazdı. Her zaman benimle beraberdi. Denetleme parçalarını çıkarmamda yardım eder, sadece o kadar da değil, taş parçaları ile dolu çuvalları kendisi kaldırıp, merdivenden indirip, vagonlara yüklerdi. Bana karşı davranışı öncekinden bayağı iyiydi ve her sözünün biri “Cakin…”

      Bu konuda Svetlana ile konuştuğumda, o sadece omzunu kaldırıp:

      – Kim bilir -düşünceli bakışlarından üzüntüsü belli oluyordu- ne olur ne olmaz dikkatli ol, derdi.

      – Öyle mi?

      Zaman fark etmeden geçiyor, ağustos ayı da sona eriyordu. Güneşli yerlerin otları çoktan kurumuş, sararıp samana dönmüştü. Burası dağlık yer olduğu için; gündüzleri sıcak, akşamları serindi.

      İşten döndüğümde, yengeme ev işlerinde yardımcı oluyordum. İşlerim bittikten sonra da evin en uzağındaki odaya girip, bir tane camı olan pencerenin önüne gelir, yalnız otururdum.

      İleride ilçe vardı. Ben şimdi orayı kıyısına köşesine kadar biliyordum, orayı severdim. Ondan sonra üzeri dalgalı göl görünüyordu. O, her zaman güzeldi. Göğe rakip gibi ona bakıp dalgalanırdı. Gökyüzü temiz ise sanki gölün de durumu hoşmuş gibi masmavi parıltısını gizleyemezdi. Göğü bulutlar doldururmuş, bulanıklık varsa göl de sanki düşüncelere dalmış gibiydi. Ama gerçekten öyleydi, eğer bulutlarla dolu göğün dönüşü kuzeye doğru yollanmışsa, gölün de huzuru kaçıp, dalgaları dağı yıkacak gibi şakırdayarak peş peşe kenarına vururdu.

      Gölden sonraki mavimsi, beyaz bulutlar içinde, kar tepeli dağ, göğün direği gibi güneye yaslanmıştı. “Öyle muhteşem ve güzel duruyordu ki!”

      – Ben doğanın bu müthiş görüntüsüne, susuz kalanın suya doyamadığı gibi, baka baka gözlerimi alamadım. Epey zaman geçtikten sonra o müthiş doğanın kucağından, her duygumu dolduran bir portre görünür, yavaş yavaş yaklaşır, sonunda gelip tam gözlerimin önünde duraklar, sanki o bir görüntü değil, canlı bir varlık gibi gülümserdi. Çok tanıdık olan gamzeleri, sevimli bakışları beni deliye döndürecek gibi oluyordu. O bir taneydi… Bu anlarda benim için her şey masmavi güzel göle, açık göğe, ta uzaktaki kuvvetli dağlara dönüşüp, sonra da bulanıklıklara çevrilerek sönerdi.

      “Azim” dedim sessizce. “Azim, sen nasıl bir cansın? Söyle… Benim için sen, bakışların, gülümsemen bir bulmaca. Sen sırsın, СКАЧАТЬ