Название: Kızın Sırrı
Автор: Danikeyev Öskön
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-99795-4-0
isbn:
Azim kolumdan yavaşça tutarak:
– Camal, dedi. Tanıştırayım sizi, Zıynaş, benim eşim olur.
“Zıynaş…” bu söz benim için, insan adı değil, sanki yaydan çıkan oktu. Ayaklarımın altından yer kaymış gibi oldu. “Zıynaş… Benim eşim olur. Azim’in bu dedikleri, sanki ta Ala Dağlar’dan gelen yankı gibi duyuluyordu.
“Hayda! Benim ne zamandır, alevlenip yanan tatlı hayallerime, nazik sezgilerime böylece, sanki buz gibi su serpilmiş değil miydi? Demek ki benim talihimde mutluluk denilen şey yazılmamış.”
Ben kendi adımı söyleyip elimi uzattım mı, uzatmadım mı bilmiyorum. Duruyordum, bedenim kaskatı kalmış gibi ağzımı açamadan şaşkınlıkla.
– Camal, dedi Azim, sonra beni yavaşça kendine doğru çekti. Bak, Camaş, vedalaşma zamanı geldi. Seninle ilk karşılaştığımızı hatırlarsın. O zaman seni görüp sözünü dinlediğimde, o sözünü kendime bir hedef koymuştum. Onların hepsi de sen ve senin geleceğin içindi. Ben elimden geleni yaptım. Düşüncelerim, muradım, maksadım ne kadar işe yaradı bilmiyorum. Sen daha gençsin, Camaş, çocuksun. Hayat, hayatın acısı da tatlısı da daha önünde. Her şeye dayan, alış. Mutluluklar dilerim, Camaş. Hoşça kal! dedi ve beni alnımdan öptü. Evet, bu onun beni ilk ve son öpmesiydi.
O kızla ikisi el ele tutuşarak uzaklaşıyorlardı. Ben hızla dönüp içeriye girdim. İki elimle kafamı sıkarak dar merdivenlerden yukarıya doğru gidiyordum. O da bitti.
Küçük pencereler, şehrin dört köşesi de gözümün önünde. Henüz doğruca uzanan sokaklar, yeşil bahçeler, o bahçelerin aralarından yükselen bembeyaz, güzel binalar, caddeleri fark etmemiş gibiydim. Fark edebildiğim tek şey yavaşça uzaklaşan iki insan görüntüsüydü. Ağlayıp sızlıyordum. Akan gözyaşlarım, yüzümü yıkayıp göğsümden aşağıya sızarak akıyordu.
Ondan sonra tam beş yıl geçti. Yükseköğretimi bitirip jeolog oldum. Hocalarımın dediklerine göre, Kırgız kızlarından ilk ben bu bölümü okuyup bitirmiştim. “Ben bunu kime borçluyum? diyorum kendi kendime. Sadece Azim’e! O olmasaydı, kim bilir bu zamana kadar nerede, ne durumdaydım?”
Şimdi yine o küçük pencerenin önünde duruyorum. Azim’in gittiği tarafa bakıyorum. Şimdi o yoldan geri gelirse ne! O zaman boynuna asılıp, öz ağabeyim gibi nefesimi içime derin çekerek, koklayarak öperdim. “Güvenini boşa çıkarmadım. Emeğin boşa gitmedi.” derdim.
Ben onu şimdi de seviyorum. Öncekine göre on kat, bin kat fazla seviyorum. Şimdiki sevgim sadece ilk sevdalık değil; insanı, doğru ve dürüst gerçekten, insanı sevmektir!
Azim her daim benimle beraberdir. Zorlandığımda destek, üzüldüğümde dayanak olmuştur. Ömrümdeki sönmez ışık, bitmeyecek umuttur. Şimdi nerelerde? Beni hatırlar mı, düşünür mü?
Acaba benim onu sevdiğimi biliyor muydu?
ANNE ŞEFKATİ
Hey, kardeş! Sana sesleniyorum. Yüz yüze oturup konuşmamamıza rağmen, senin bana baktığını hissediyorum ve hatta göz göze gelmiş gibiyiz. Kendime çok yakın hissediyorum seni
İçimdekilerin hepsini, hiçbir şey bırakmadan anlatmak istiyorum. Umarım anlayacaksın. Belki benden küçüksündür, belki de büyük…
Ne fark eder ki?
Kardeşiz. Hayatımız aynı.
Ben sana büyük konular ya da siyaset anlatacak değilim. Hayat, hayatta yaşananlardan söz edeceğim. Aklımdan ne geçerse onun hepsini dökeyim…
Anne babamı çok erken yaşlarda kaybettim. Ondan sonra bir sürü sene geçti. Sanki babam ile annemin hayali zaman geçtikçe siliniyor aklımdan. Keşke en azından bir resimleri olsaydı!
Evet, çok seneler geçti.
Albert ihtiyarın teorisini saymadığımızda tüm dünyada zamanın geçmesi aynı ki! Ya da ondan beri dünya bazen hızlı, bazen yavaş dönmeye başladı diyebilir misin? Öyle olsa da benim için günler bazen uzun, bazen çok kısa olarak geçmişti.
Tamamdır, hepsi geçmişte kaldı. Onları hatırlamakta ne fayda var? Acı verip, gözyaşı döktürmekten başka bir şey yapmaz. Başkalarını bilmiyorum ama ben bunlardan bıktım.
Anne, baba sözü eskimiyormuş. İnanıyor musun? Şu an bile anne, baba sözü kulağıma gelse kalbim acıyıp kendimi çocuk gibi hissediveriyorum. İçimden “Babacığım! Anneciğim!” diyorum. Keşke, o zaman birisi “efendim” dese…
Daha sözün başında kendisinden bahsediyor, kendisinin başından geçenleri anlatıyor diye düşünme. Söz; anlatacağım, hayatı benim hayatıma benzemeyen yine bizim bir kardeşimizle ilgili olacaktır.
İkimiz geçenlerde Moskova’da “Yunnost” otelinde buluştuk. Söylediğine göre o, okumak için gelmiş. Ben ise birçok genç ile “Uluslararası Öğrenci Merkezine” gidiyordum.
Benim hemşerim hem çok konuşan hem de güler yüzlü biriymiş.
Ayrılacağımız gün otelin yan tarafındaki açık verandada sohbet ederek oturduk. O bana ya çok güvendi ya da büyük diye saygı mı gösterdi bilmiyorum, kısacası kendisiyle ilgili birçok şeyi anlattı.
Maden ve madencilikteki birçok iş hakkında çok fazla bir şey anlatmadı. Galiba, “Kendisi madenciyse onları benden daha iyi biliyordur.” diye düşündü.
Özellikle annesiyle ilgili anlatırken onu kendi gözlerinle görmeni çok isterdim.
Anne demek, anne…
Onun anlattıklarını hiçbir zaman unutmayacağım, nasıl unuturum ki?
Hatta şu an bile o olay, kendi başımdan geçmiş gibi gözümün önünde canlanıyor.
Halktan saklayacak ne var, biz onu anlatalım. Hayat şahittir! Hepsi anlatsın. Anne ve çocuk da anlatsın.
Kışın soğuk günleriydi. Üstelik o sene kış çok soğuk ve uzun sürmüştü. O zamanlarda şu andaki gibi otobüsler yoktu. İkisi üstü açık arabayla gittiler.
Araştırma partisinin olduğu yer biraz sıcakmış. Öteki giriş yerinde bariyer inşa edilerek “pas sistemi” yerleştirilmiş. Silahlı askerler varmış. Bunları görünce Satımkul donakaldı. Bu görüntüler ona savaş meydanının bir bölümüymüş gibi geliverdi. Yutkunarak, sağ eliyle börkünü sıkıca basıp, uzaktaki kabine doğru yürüdü.
Kaliman ise biraz ev eşyası bulunan çıkının yanında kaldı.
Şoför, montunun yakasının üzerine sarılmış olan atkısını düzeltip, başını kabinden çıkararak:
– Mardca, nu! diye arabasını sürmeye başladı. Bu onun “Tamam o zaman, hoşçakalın.” demesiydi.
Araba düz yolda giderken oradaki dağa СКАЧАТЬ