– Peki ne konuşuyordun onunla bu kadar uzun?
– O ormana kaçmayı teklif etti.
– Sen ne dedin?
– Kaçmak da neymiş? Bu küçük köyden kaçan beş altı adam ne yapacak dağlarda?
Selahattin ağa, kokulu tütün çubuğundan birkaç nefes çekti, sonra boğuk bir sesle:
– Sen bu hayatta az şey öğrendin. Fikirlerin göklerdeki bulutlar içinde… Diyorum ki, senin saklanman gerek.
– Kimden?
– Onbaşıdan… Nahiye Kurulu’nun denetiminden. Anladın mı? Saklanmazsan seni savaşa gönderecekler. Bana öyle bakma! Sana hakikatleri anlatıyorum. Üç gün sonra seni askere alacaklar. Ben cahil bir adamım ve ihtiyarım… Kazım bey ve Ekrem bey köyün gençlerini askere göndermeye pek kararlılar. Demek ki olara böylesi lazım. Yarın tan ağarmadan köyden gitmen gerek.
– Nereye?
– Ben göstereceğim!
Ertesi gün Fikret evinde değildi. Ortalıktan kayboldu. Babası bir yerlere göndermişti, ama nereye? Bunu kimseler bilmiyordu. Birkaç gün sonra Selahattin ağanın kapısı çalındı, onbaşı avluya girdi ve Fikret’i sordu.
– O Kök Köz Hastanesi’nde yatıyor, dedi Selahattin.
Onbaşı inanmayarak başını sağa sola sallasa da, başkaca soru sormadı ve ihtiyarın üstüne gitmedi. Kök Köz Hastanesi’ne varmak için dağlar taşlar aşmak gerekirdi. Dağlar ise kaçak kaynıyordu.
Bir ay içinde Bademlik’ten kırktan fazla adam cepheye alındı. Köy, kadınların figanıyla doldu.
Babasından sade ve sert bir eğitim almış olan Dülger Selahattin, kendi oğullarını da korku bilmez yiğitler olarak büyütmüştü. Yaz günlerinde hemen her hafta, ceviz ağacı dibinde Fikret ve Rüstemi güreştirip, izlerdi. Böylece onlara güreş kurallarını öğretiyordu. Eğer onlardan biri kural dışı davranırsa güreşi durdurur, akşam geç saate dek doğrusunu öğretirdi.
Güz gelip de ceviz toplandığı vakitte, Selahattin ağa en üstteki dala çıkıyor, bir şeye yaslanmadan, iki eliyle uzun sırığı cevizlere vuruyor, oğullarına da öyle yapmalarını öğütlüyordu… Selahattin ağa iyi bir avcıydı. Oğullarını sırasıyla avlanmaya götürür, tavşanı kendisi vurmaz, oğlunu teşvik ederdi. Eğer oğlu ilkini kaçırırsa, başka bir tavşanı avlamadan eve dönmezlerdi. Kuru ve sert topraklarda tavşan izi sürmesini; dağlarda gündüzleri çeşitli kuş seslerini ve geceleri vahşi hayvanların dövüşlerini ayırt etmesini onlara öğretmişti.
Rüstem’in tek merakı avcılık değildi. Onun en sevdiği meşguliyeti ata binmekti. At yarışlarının en ilginci düğün günlerinde olurdu. Köyde mert arkadaşı Mehmet’in düğününe epey hazırlık yapıldıysa da türlü sebeplerden ertelenmişti. Sonra babası demirci Kurtbeddin askere alındı. Sol kolunu kaybeymiş olarak döndüğünde karısına:
– Ayşe, dedi, benim kaç yıl daha yaşayacağım belli değil… Oğlum henüz çok genç olsa da, onu evlendirip, bahtını görmek istiyorum. Onun mürüvvetini, evlendiğini görmek istiyorum.
Bundan sonra Mehmet’in düğün günü belirlendi.
Düğünde çok davetli vardı, komşu Gavr köyünden en namlı üç delikanlı geldi. Lâkin Rüstem sakindi, üç gün üç gece Ak– Taban’ı besledi, atı uzun mesafelere koşturup nefes alışını izledi.
Yarış olacağı gün Rüstem atını avluya çıkardı, kaşağı ve fırçayla temizledi, kuyruğunu ve yelelerini sabunla yudu, kuruladı, kuyruğunu ördü ve ucunu düğümleyip bağladı. Öğleden sonra Cuma Camii’nin arkasından geçen dar sokakta gençler toplanmaya başladı. Rüstem ayaklarına Fikret’in çizmesini giydi, başına da kendi astragan kalpağını taktı ve Ak Taban’ın sırtına atlayıp, davetlilerin toplandığı sokağa gitti. Genci yaşlısı nefeslerini tutmuş, kuyrukları bağlı yarışa hazır atları ve genç yiğitleri seyrediyorlardı. Yarışlara alışık olan Ak Taban düğün ziyafeti verilen evin kapısından geçerken heyecanlandı; kibar başını kaldırıp, öne atıldı sonra geriye çekilip şaha kalktı.
Rüstem, atının dizginlerini çekiyor gideceği yöne çevirmeye çalışıyordu. Bu sırada düğün evinden iki genç kız çıktı. Birinin ipek saçları beline dek sarkmış, diğerininki ise bürümceği altında gizlenmişti. Kızların başlarında altın işlemeli fesleri vardı. Boyunlaından altın ve gümüş takıları şıngırdamaktaydı. İpek saçlı kız, Rüstem’e ve atına baktı, arkadaşına dönüp kasıtlı olarak yüksek sesle:
– Atını pek süslemiş. Anlaşılan en arkadan nal toplayıp gelecek, dedi.
Kızlar kıkırdaşıp gülerek çeşmeye doğru yürüdüler. Yüzleri ipek bir peçeyle kapalıysa da, Rüstem onları hemen tanıdı. Sarı saçlı olan, Gülara’ydı. Yukarı mahalledeki Gaffar ağanın kızı; yanındaki ise Kayışçı Nafi’nin kızı Zemine idi.
Bu şaka Rüstem’e dokundu, arkalarından bağırdı:
– Hangimiz nal toplayacak göreceğiz, ben mi yoksa ağan Veysi mi?
Kız durdu, yüzünü azıcık açtı:
– Ağam köye geldiğinde, siz Tarakçı Ali’nin evi yanında olacaksınız!
– Yanılıyosunuz, dedi yiğit, sonra alçak bir sesle sordu: Ya siz Gülara, düğünden niye ayrılıyorsunuz? Ne aceleniz var?
– Niçin soruyorsunuz?
– Yani, dedi Rüstem, kekelemeye başladı Ben bişey diyecektim de…
Gülara şakacıktan:
– Bana mı? Pek acelecisiniz. Haliniz belirsiz. Koşudan nasıl geleceğiniz belli değil!
– Şüpheniz mi var?
– Şüphem yok, öyle olacağından eminim!
Gülara yüzünü peçeyle yeniden örttü. Zemine’nin koluna girdi ve uzaklaştılar.
Önce çalgıcılar, ardından misafirler sokağa çıkıp, çeşmeye doğru yürüdüler. Meydanda halk toplanmıştı, yirmi genç atlarına binmişlerdi, davul ve zurna eşliğinde üçerli sıra oluşturdular, posta yoluna doğru yöneldiler. Genç kızlar kendi aralarında şu ya da bu oğlanı gösterip birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüşüyorlardı. Her biri kendi sevgilisinin yarışta birinci olacağını iddia ediyordu.
Atlılar Asma– Kuyu sokağında sıraya girdiler.
Çeşme önündeki meydanda oyun başladı. Davulcular tokmaklarını aynı ritimle vurmaya başladı. Yüz yaşındaki ihtiyarlardan en küçük çocuklara kadar herkes oynadı. Seyirciler oynamakta olan genç kızların fesleri ve oğlanların kalpakları altına kâğıt paralar kıstırdılar.
Düğünde СКАЧАТЬ