Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi. Kamer Alhanova
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi - Kamer Alhanova страница 8

Название: Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi

Автор: Kamer Alhanova

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-50-3

isbn:

СКАЧАТЬ yavrum! Benim güzel kızım! Gelinim! Tanımadın mı ?! Dyadya Buratino işte! ..

      Zemfira susuyordu…

      “Ahizeden Memme’nin sesi geldi:

      “Dayı, nerdesin, nereden konuşuyorsun?”

      Şeppeli şaşırdı.

      “Nasıl nereden oğlum? Her zamanki yerden, Nergis’ in yanından!”

      “Gel, amca, bekliyoruz.

      “Aaaa” Şeppeli şaşa kaldı. Diğer taraftaysa telefon kapandı: “Düt-düt! ..”

      Şeppeli dükkandan çıktı. İkinci katta sonuna kadar açık, gür, aydınlık pencerelere; sonra hasattan yeni çıkmış kavunlar ve içerisinde koyun eti olan tahta valize, hasır sepetlere baktı. Neydi bu, gençler ne diyordu ? Nasıl yani “Gel, bekliyoruz?” Şeppeli durup, bir süre gözlerini pencerelerden ayırmadı. Orada kimse görünmüyordu.

      Kafe ile evin arası yirmi adım ya vardı ya yoktu ama meydanı geçene kadar nefes nefese kaldı.

      Kemerini sepetlerin kulplarına geçirip omuzlarına almıştı. Bavul elindeydi. Bir yandan omuzu kopacak gibiydi, diğer taraftan kolu. Bacakları titriyordu.

      Bir defasında o dağın eteğindeki barakalarda, o çimenlerde kesilmiş koyunların etleri tartılırken mobanlar birbirlerine kaş- göz işareti yaptılar, Şeppeli’yi alarak tartıya attılar. Az evel kocaman bir koç kırk kilo gelmişti. Şeppeli’yse otuz kilo geldi. Bunu görünce çok üzüldü. Daha önce tartıya çıkmadığı için kilosunu ilk kez öğreniyordu. Bu yüzden de hayâl kırıklığına uğradı. Kendini toplamak için “Görev insanıyım kardeşim, görev canıma okudu işte!”, diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Kendine hak vermek için dedi, ama aslında burada bir gerçek vardı: Şeppeli’nin vücudunda, hemen hemen hiç kas yoktu. Bu kassız vücudun şimdi yaklaşık yetmiş kilo, yani kendisinden iki kere ağır yükü kaldırması mucizeydi. Ama Şeppeli bunun derdinde değildi bile. Orada, evde ciddi bir şey olmuştu. Eğer Zemfira pencerede görünerek “Dyadya Buratino!”, diyerek seslenmiyorsa, yani sevinmiyorsa ve eğer Memme karşılamaya, yardım etmeye çıkmıyorsa kötü bir şey olmuş demekti.

      Sonunda meydan bitti. Şeppeli kaldırım boyunca dizilmiş ıhlamurların altındaki çim alanı da çok iyi bir şekilde geçti. Ayağını kaldırıma koyduğundaysa birden durdu: öyle bir hâle gelmişti ki, bir metre öteye gidecek gücü bile kalmamıştı. Böylece, bir ayağı “çim” de, diğeri kaldırımda takılıp kaldı.

      Memme’nin pencereleri tam yanıbaşında, başının üzerindeydi ama Şeppeli Memme’yi yardım için çağırmadı. Zaten, çağırmak istese de sesi çıkmazdı. Ayrıca, kendisi hiç umrunda değildi, beyninde sadece deminki düşünce dönüyordu: Orada, yukarıda bir şeyler olmuştu. Kim bilir Memme ne hâldeydi? Oyle bir hâldeydi ki, karşılamaya dahi çıkamıyordu.

      Şeppeli’yi tepeden tırnağa kadar ter bastı. Başı döndü. Bavul elinden düştü. Bir şekilde sepetleri kaldırıma koymak, çabucak yukarıya çıkarak ne olduğunu öğrenmek istedi. Bu arada birileri kaldırıma çıktı. Durup Şeppeli’ye baktı. Sonra, arkasından çıkan kadının (!) kolundan tutarak, hızla adımladı.

      Şeppeli bu şişman şapkalıyı Profesör Mehmetali’ye, Memme’nin kendisi gibi gencecik kayınpederine, benzetti. Ama buna inanmadı. Daha doğrusu, Profesörün onunla karşı karşıya gelerek en azından öylesine bir merhaba bile demeden geçip gideceğine inanmak istemedi. Şeppeli ona baktı ve onun Profesör Mehmetali olduğuna dair bir şüphesi kalmadı.

      “Profesör! .. Oğlum! ..”

      Sepetler devrilerek düştü, kavunlar kaldırıma dağıldı. Ama Şeppeli’nin gözünde kavun filan yoktu:

      “Zemfira, kızım! .. Oğlum! .. Dünür! ..

      Korkunç bir tehlikeden kaçıyormuş gibi hızla uzaklaşan dünürlerinden Şeppeli’nin aklında ebediyen iki şey kaldı: kumaş mağazasının vitrininin ışığında, profösörün sinirli elinde parlayan siyah çerçeveli, mat camlı gözlük; bir de gittikçe geriye dönerek “dyadya Buratino” ya bakan Zemfira’nın uzaklaştıkça yanağından akan göz yaşları.

      Düşünceli düşünceli, yeniden eşyaları alarak ikinci kata çıktı. Kapı açılır açılmaz konuşmaya başladı:

      “Profesörle gelinimin öyle gitmesi beni yıktı. Galiba aranızda bir şey olmuş. Şimdilik onu sormuyorum. İlk önce bana söyle bakalım, dayının bildiği Memme misin, yoksa Mursakulu’nun anlattığı Memme mi? Bak! Kem küm yapma kuzum. Bir kere söyle, ya öleyim ya da dirileyim. Şu an benim canım yarım! Gerçekten açıkça söyle! Mursakulu o haberi söylediğinden beri yine dudaklarım titriyor. Eğer sen suçsuzsan, doğru yolda yürüyorsan, isterse bir felç daha vursun umrumda olmaz. Vallahi, şimdiye kadar nasıl yaşadıysam yine aynı keyifle yaşarım! Eğer kalbin kirlenmişse onu da, dediğim gibi açıkça, utanmadan söyle; ben de işimi bileyim oğlum. Çiftliğe haber vereyim, mezarımı kazıp hazırlasınlar, gidip içine gireyim, üzerimi kapatsınlar. Zaten, doğduğumdan beri, felekten tokat yemişim. Daha gençken, tecrübesizlikten hesaplamada yanlış yapmıştım, beni sorguya alıp, “Devletin malını çalıyorsun.” dediler. Bir o feleğin tokadı değdi, ağzım eğildi; öz amcamın kızı, nişanlım, benden yüz çevirdi. O eğrimi Oruç düzeltti. Sonra da sen düzelttin. Beni yaşatan sensin, sen ! Sen benim aydınlık dünyamsın! Eğer Allah korusun, sende bir sorun varsa daha benim değilsen, daha benim yaşamamın ne anlamı var ki?

      Şeppeli Memme’den kötü bir cevap duymak korkusu ile, kendisi de farkında olmadan zamanı uzatıyordu. O kanapede, Memme’yse kanapenin karşısında boydan boya dizilen kitap dolaplarının tam ortasından yatak odasına açılan kapının arasında, sandalyede oturup, başını göğsüne doğru eğerek, aralıksız sigara içiyordu. Onun yanında yatak odasında üzerine yeşil ipek örtülmüş çift kişilik kanepe, bir açık dergi ve Zemfira’nın renkli portresi görünüyordu. Eskiden Bakü’ye gelip Zemfira’yı burada bulamadığında, onun yerine canlıymış gibi duran bu portreyi öpüp okşardı. “gelininin” omuzlarına dağılmış sarı saçları arasında beklenmedik bir tezatla gülümseyen simsiyah gözlerine bakıp kafasını sallar, “Seni gidi hınzır şey seni…” derdi. Bu sözleri öylesine bir şeyler söylemek için demiyordu. Bu sözlerin arkasında büyük bir anlam vardı.

      Profesörün ailesiyle tanıştıktan bir hafta sonra Zemfira çiftliğe, “dyadya Buratino”ya bir mektup yazmıştı. Şeppeli mektubu Pericihan’a gösterdi. Zemfira’nın Memme ile nikâh kıydırmak için onlardan, yani Pericihan’la Şeppeli’den izin istediğini anlattı.

      Pericahan müstakbel gelininin apayrı bir dünyanın insanı olduğunu ilk bakışta fark etmişti. Zemfira’nın kayınvalidesi ile kendi dilinde serbest konuşamaması, çok zaman Memme’nin aracılık yapması bir yandan; gelinin müzik okulunda artistlik okuması, kayınvalidesinin önünde yüzünü öteye çevirerek oturması, kıvıra kıvıra yürümesi, onu umursamaması da bir yandan Pericihan’ı memnun etmiyordu. Ancak daha sonra, Memme’nin Zema’yı çok sevdiğini görerek her şeyi kabul etti. Hatta bir kez Şeppeli’yle Zemfira ile ilgili konuşurken gülümsedi ve “Çok tatlı…” dedi. “Yeter ki oğlum mutlu olsun, ben gelinimin ne söylediğini anlamasam bile, kaldırabilirim.”

      Şeppeli СКАЧАТЬ