Ak Yol. Omor Sultanov
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ak Yol - Omor Sultanov страница 4

Название: Ak Yol

Автор: Omor Sultanov

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-34-3

isbn:

СКАЧАТЬ geliyordu. Ocağına ateş düşmeyen hiç kimse kalmamıştı. Herkes içten içe kaygılanıyor, “belki bizim de kara gözlümüz solmuştur, kim bilir” diye endişeye kapılıyordu. Cepheden ölüm haberi gelen aileler birbirleriyle konuşmaktan çekinir olmuşlardı. Ölüm haberi gelmeyen eve bugün olmasa yarın geliyordu. Bu durum büyük küçük demeden herkesi korkutuyordu.

* * *

      Biz çocuklar ilkbaharın ilk günlerinden itibaren öğleden sonralarımızı da boş geçirmez, okuldan çıkıp Ak-Çiy köyünün kenarındaki Kara-Oy tarlasına gider, at üzerinde tarlayı tırmıklar olmuştuk.

      Sabahın ilk ışıklarından itibaren Kara Oy’a giden kadınlar, uzun kamçılarını sürükleye sürükleye, yalın ayak, hayvanlara koşulan sabanların peşine takılırlardı. Ara sıra ince, yorgun sesleriyle “karığı düz sür” diye bağırdıkları duyulurdu perişanlar kadınların. Tarlanın sonuna gelince yorgunluktan o kadar canı çıkmış, sinirleri o kadar gerginleşmiş olurdu ki “düz sürmedin” bahanesiyle bütün sinirini at üstündeki bizlerden çıkarır, ağzına geleni söyleyip, azarlarlardı. Bazen ata vuracakmış gibi kaldırdıkları kamçılarını sırtımıza indiriverirlerdi. O zaman boncuk boncuk yaşlar dökülürdü gözlerimizden.

      Kargaların sabahtan akşama kadar ağızları durmaz, böcek yerlerdi. Akşam olup da karınları iyice doyduktan sonra dağlara uçup giderlerdi.

      Tohum torbalarını boynuna asan dedeler, ağır adımlarla yürür, ellerini yorgunca kaldırarak tohum saçarlardı tarlanın her bir yerine.

      Yukarıdan, dağ taraftan yalın bir rüzgâr esiyor, akşam güneşinin altın renkli ışıkları Kara-Oy’un yüzünü aydınlatıyordu adeta. Sivri kanatlı kırlangıçlar cıvıl cıvıl ötüyor, sürüler hâlinde ana caddenin bir o yanına bir bu yanına uçuşuyorlardı. Hayvanları bile yorgun düşüren ilkbaharın ağırlığı Kara-Oy’un üzerine çökmüş gibiydi.

      Ahşap eyerin üzerinde, Köksandal’ın torbaları gibi sallanıyor, ağırlaşmış vücudumu zor tutuyordum. Kurumuş meşin pantolonumu çıkarıp atasım gelirdi böyle zamanlarda. Baldırlarım, ata koşulan tırmığın kemendine sürtündüğü için yara olmuş, dayanılmaz bir acı veriyordu. Attan inip kaçmak isterdim öyle anlarda. Ama çaresiz ve mecburdum. Aslında kendim etmiş kendim bulmuştum. Önceden Batmakan’ın atlarına binerdim. Onun atları çok iyiydi. Bütün çocuklar Batmakan’ın atlarına binmek için yarışırlardı. Ama Batmakan iyi bir binici diye beni seçmişti. Ağzımın ayarını bilseydim onunla çalışmaya devam ederdim. Burnundan konuşuyor ya. Bir gün bir şeyler mırıldanırken boş bulunup; “burnundan konuşuyorsun, ne dediğin anlaşılmıyor” deyiverdim. Çok kızan Batmakan kamçısını kaptığı gibi “küçücük boyuyla dediğine bak” diye tarla boyunca kovalayıp, dövmüştü. Tarladakiler zor kurtarmıştı beni onun ellerinden.

      O olaydan sonra beni tırmığa vermişlerdi. Ve şimdi tarladaydım işte.

      Muhtar sabancıları dolaştıktan sonra yanıma geldi.

      – Boş yer bırakmadın değil mi Kalender?

      – Yok, abi.

      Satıbaldı eski meşin pantolonunun kemerini sıkıca kuşanmıştı. Yüzü çökmüş, dudakları çatlamış, yorgun düşmüştü. Eyerinin üzerine eğilip, hafifçe öksürerek sesini düzelttikten sonra:

      – İşte böyle, hiç boş yer bırakmayın. Doğrusunu söylemek lazım, kolhoza yardım ellerinizi uzatıyorsunuz. Özellikle bu sene yaptığınız iş paha biçilemez. Yetişkinlere büyük güç verdiniz.

      Satıbaldı benimle özel konuşmak istercesine hâl hatır soruyor, Kara-Oy tarlasında benimle birlikte dolaşıyordu.

      – Mukaş’tan mektup var mı?

      – Yok abi, bir yılı geçti, mektup gelmiyor.

      – Biliyorum Kalender, biliyorum. Her yerde böyle. Belki dönecektir ha?

      Bir az öne geçerek:

      – Derslerin nasıl, diye sordu.

      – İyi abi.

      – Yengen seni azarlamıyor değil mi?

      – Yok abi.

      – Acarkül iyi gelin…

      Satıbaldı akrabamız falan değil. Ama bizi koruyup, hâlimizi hatırımızı sormadan geçmiyor. Sırf bu yüzden ona çok minnettardım.

      Satıbaldı abim, büyüklerle konuşuyormuş gibi bana danışıyordu.

      – Kolhozun keçi sürüsünü sağmaya karar verdik. İnsanlar süt içmezlerse ilkbahar açlığını atlamazlar gibime geliyor.

      – Bize de verilecek mi abi?

      – Elbette vereceğiz. Elimizde olsa daha çok verirdik ama ne yapalım… Birey sayısına göre paylaştıracak olursak bir aileye 3-4 keçi denk geliyormuş. Tohumluk ekinlere dokunamayız. Yoksa sonbaharda ne yapacağız? Zaten ambar iyice boşaldı. Biraz daha dayanırsak patatesler yetiştir. Sonra arpamız olgunlaşır. Yulaf da yetişti mi gerisi kolay. Bütün bereketiyle sonbahar gelir. Satıbaldı’nın canı sıkkındı sanırım. Beynini kemiren düşünceleri bir bir dökmeye başladı.

      – Hey Kalender’im, diye omuzlarını silkerek derin bir ah çekti. – Her şey düzelir, aç karınlar doyar, yırtıklar yamanır… Cephede kan dökülüyor, insanlar öldürülüyor. Ancak… Sen zaferin anlamını bilseydin… Sohbetin uzayacağını mı düşündü, bilmem konuşmasının devamını getirmedi.

      – Neyse, siz bütün bunları nerden anlayacaksınız? Şimdilik derslerinize iyi çalışın, kolhoz işlerine yardım edin. Sonra anlarsınız her şeyi. Satıbaldı dağınık düşüncelerini toplayarak eyerine oturdu. Kafasında uçuşan düşüncelerin ağırlığıyla başını yere eğerek yola koyuldu. Yeleli Çabdar da sahibinin ne istediğini anlamış gibi yorgun adımlarla ağaçların arasındaki köye doğru yürüdü.

      Muhtar tarladan uzaklaşır uzaklaşmaz, atları kadar kendileri de yorgun düşen kadınlar toprağın üzerine sırtüstü yatarak dinlenmeye koyuldular. Her birine birer yetişkin çocuk verilmişti. Kadınlar kâh türküler söylüyor, kâh birbirleriyle şakalaşıyor, çalışmaktan bitkin düşen bedenlerini dinlendiriyorlardı. Yorgunluk nedir bilmeyen çocuklarsa azıcık boş zaman bulduklarında sapanlarını sallayarak tarlada uçuşan kargaların peşinden koşuyorlardı. İlahi çocuklar, sırtüstü yatan kadınlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Kadınlara göre, solucan avlayan kargalar daha ilginç geliyordu.

      Güneş battı. Kadınlar, terleyip kirlenmiş olan atların birine eyersiz binerek, diğerini yedeklerine alıp köye doğru yola koyuldular.

      Dişleri toprağa batırılmış pulluklar, yarının telaşını beklemeye başladılar arazinin her bir yerinde. Tarla ter kokuyordu. Tohum saçılmış tarlanın üzerini bir kez daha tırmıkla geçmek istedim o gün. Diğer gençleri gönderip, tek başıma kaldım tırmıkçılardan. Benim dışımda birkaç mesafe yukarıda peltek Amazbay tohum saçıyordu. Nedense oyalanmış, diğerleriyle köye gitmemişti. Bu durumdan şüphelenip, çaktırmadan takip etmeye başladım.

      Aşağıdaki СКАЧАТЬ