Tataraş. Elmaz Yunusova
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Tataraş - Elmaz Yunusova страница 4

Название: Tataraş

Автор: Elmaz Yunusova

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-68-8

isbn:

СКАЧАТЬ bir kâğıtları imzaladı. Kocası neler konuştuğu Naciye için hiç bir anlam ifade etmiyordu. Ancak bir ara “Haydi, çık,” diye emir etti karısına. Kadın içinden bir nevi hafiflemiş gibi oldu. Odadan çıkarken gözleri gene şu portreye takıldı. Bu sefer artık Naciye kaşlarını çatarak, portredeki adama yan yan bakarak “Hey papaz seni, papaz.” dedi kızgınlığını çıkarır gibi.

      “Sus! Çık artık, homurdanmadan.” dedi kocası yavaşça dişleri arasından fısıldayarak.

      “Ne diyor daha eşiniz?” diye sordu odada oturan adam gözlüğünü çıkartıp.

      “Teşekkür ediyor size, efendim.” diye yanıtladı yapay tebessüm ile Enver ve ikisi de acele odayı terk ettiler.

       (Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2021)

      TATARAŞ

      Yolumuz o kadar uzundu ki şu uğursuz yolun biteceğine artık inanmıyordum. Kimse inanmıyordu. Tren tekerleğinin takır tukur sesleri bir kaç hafta boyunca gece gündüz bize eşlik ediyordu. Çocuklar bile bu ağırlığın etkisi altında bulunarak fazla hareket etmeden sessiz soluksuz çömelmiş halde oturuyorlardı. Vagon içini ise karanlık ve havasızlık basıyordu. Yalınız zaman zaman siniri bozulmuş kadınların aniden haykıra haykıra ağlamaları ve öylece aniden susup kaldıkları duyuluyordu. Askerler her gün gelip ölüleri topluyor ve yıkamadan, cenazesiz çölün ortasına kaldırıp atıyorlardı. Bir gün canımızı teslim ettiğimizde bizleri de böyle kaldırır atarlar fikri bizi terk etmeden hepimizi korkuttuğu yüzümüzden belliydi. Yolculuğumuz o kadar hor ve dehşet doluydu ki bir de gideceğimiz yerler nasıldır, acaba? O zaman bunları düşünmeye bile cesaret edemiyordum.

      Nihayet bizi Yeniyol kasabasının terk edilmiş bir köyüne getirip bıraktılar. Tam takır çölün ortasıydı burası. Ne bir ev, ne bir ağaç vardı. Birazcık da olsa insan evlâdının yaşayabileceği bir yaşam koşulları görünseydi keşke.

      Yazın ilk ayı olsa bile Özbekistan sıcağı acımsızdı. Bir kaç aileyi toplayıp at ahırına yerleştirdiler. Bizlere ise başka bir kaç aile dahil toprak altında kazılmış sığınaklarda kalmak kısmet oldu. İçi bom boş, gün ışığı görmeyen bir kulübe gibiydi. İçecek suyumuzu da bir kaç kilometre uzaktan taşımaya mecburduk. Yanımda kaynanam, kayınpederim ve bir buçuk yaşında kızım vardı. Böyle dehşet koşullarda bırak insanı, hayvanı bağlasan durmaz. Etrafımızdan her gün cenaze çıkıyor. Onların cenazesini yapacak takati olan erkeklerin de sayısı gün geçtikçe eksiliyordu.

      Zor zamanlarda çoçuğumun karnını hiç olmazsa ana sütüyle doydururum diye emzirmeyi bırakmayacaktım. Lâkin sütüm taa vagondayken kesilmeye başlamıştı. Sabiyimi bulduklarımla besledim ama bulabildiklerim de zaten ne idi ki? Şu kocaman dünyada küçücük yavruma rızk bulmak da çok zor oldu. Karnını doyuramadım. Aclıktan gün geçtikçe halsizlendi, sarardı ve çiçek misali soldu gitti bebeğim. Kefenlik yerine kayınvalidem beyaz yünlü şalını verdi. Yıkayıp, paklayıp alıp gittiler yavrucağımı.

      Cenazeler sayısı hep arttığından insanların maneviyatı yıpranmış, acıma kabiliyeti de neredeyse kaybolmuştu. Halimize alıştık artık. Rahmetlilerin arkasından ne ağlamaya, ne de yas tutmaya gücümüz takatimiz kalmamıştı. Sanırsın ki, kâbus görüyorum. Sabah olunca uyanacak, bu vahşiyetten kurtulacağım. Ama yaşadıklarımız en gerçek bir hakikatti. Ben de evlât kaybına katlanarak, hor hayatıma devam etmeye baktım. Başka bir çarem mi vardı? Beraber kaldığımız iki ihtiyar kaynanam ve kayınpederim için mesüldüm.

      O günlerde havalar çok sıcak ve sessizdi. Yaşlı insanlar nefes darlığına dayanamıyorlardı. Kayınvalidem çok ağır hastalanıp yataklara düştü. “Canım tataraş yemek istiyor” dedi bir gün sabah. “Ah! Bakınız, babacığım, işte, ne kadar iyi! Annemin iştahı açılıyor. İyileşecektir demek!” dedim kayınpederime. Onun sesi çıkmadı. Kafası dalmış, kapı aralığına dikilmiş oturuyordu. Fakat ben umutlandım. Düşüncemi sessizce devam ettim; “Yalınız şu tararaşı neyle pişirsem ki, acaba? Bunun için un, yumurta, yağ, et lâzım. Evde onların hiç birisi yok. Satın almaya bir kuruş param bile yok.”

      Satıp paraya çevirebileceğim bir tek kızımdan kalan bir çocuk yorganı vardı. Doğumundan önce mavi kumaştan kendi ellerimle oyalamıştım. Kenarlarına da mavi ve sarı çiçekli basma kumaş seçmiştim. Pekte güzel olmuştu. Köşedeki bohçayı çözdüm. Yorganı elime aldım, ohşadım ve kokladım. Evlâdımın kokusu halâ çıkmamış gibime geldi. İçimden ağlamak geldi, lâkin gözlerimden bir damla gözyaşı bile çıkaramadım. Şuraçıkta kaynanamın iniltisi esimi toplamaya yardım etti. Yerimden kalkarak yorganı katladım, koltuğumun arasına sıkıştırdım ve dışarı çıktım.

      İki saat yol yürüyünce bir merkeze geldim. Arayıp pazarı buldum. Bir kenarda çekilip şu yorganı satmak istedim. Kuşluk vakti bitip öğlene geçmek (ağmak) üzereydi. Güneş hep ısıtıyordu. Artık bazar da dağılıyor ama benim yorganımı alacak kimse çıkmadı. Pazarın bir kenarındaki büyük çınarın gölgesinde genç bakkal yerleşmiş bulunuyordu. Hava gittikçe ısındığından o da malını mülkünü toplama başlamıştı. Onu görünce talâşlandım; şimdi giderse ben elim boş dönmek zorunda kalacağım. Direk onun yanına varmaya cüret ettim.

      “Ağam, bak şu yorganıma. Beğenilmeyecek değil, ha? Güzel o çok güzel görüyor musun? Ben pek çok şey istemem. Bir kerecik tataraş pişireceğim.”

      “Nima? Sen Kırım’mısan? Kırım’lar sotkın ku1,” dedi alay ederek Özbek bakkal. Ben onun söylediklerini pek anlamadım yalınız… Şu “sotkın” sözü kulağımı çınlattı. İyi bir şey söylemediğini farkettim. Üstelik küçümseyerek gülme tarzı beni aşağılayormuş gibime geldi. Boğazına yapışıp, boğasım, dövesim geldi ama yapamadım. Hepimiz sıkı takip altındayız. Bir hata yaptığımızda hemen hapse atıyorlardı. Kendime hakim olmaya mecburdum. Elimdeki yorganı göstererek tekrar satıcıya hitaben;

      “Bak bu yorgan için beş yumurta, bir kilo un, üç dört tane soğan, yumruğum kadar et istiyorum.”

      “Ne diyor bu kadın” dedi satıcı Özbekçe. Bu kez o beni anlamadı.

      “Yav neyi anlamadın? “Tuhum”, “göşt2” ve un istiyor, işte.” dedi yanımızdan geçen bir Kazak dede.

      “Bermayman. Toğri kelmaydi”3 dedi bana bakarak. Ama şu arada gelen ihtiyar annesi oğluna bir şeyler söyledi. Halime acımıştı galiba. İstemeyerek de olsa, bakkal sorduklarımı verdi. Ben de vedalaşıyor gibi yorganı son kez kokladım ve kadının eline tutturdum.

      Akşam tataraşı kaynanama yedirdim.

      “Sağ olasın evlâdım. Dünya durdukça durasın! Ben bu yemeği çocuk gibi istemiştim. Hakkını helâl et, kızım.”

      “Helâl olsun! Helâl osun da, bu nasıl bir sözler ya şimdi anacığım! Beğendiyseniz ne güzel işte! Demek tez zamanda iyileşceksiniz.”

      “Hadi kızım, yat dinlen. Yorulmuşsundur bugün.” dedi. Uyuyacakmış gibi başını duvara doğru çevirdi ve sustu. Sabah uyanmadı.

СКАЧАТЬ


<p>1</p>

Ne? Sen Kırımlı mısın? Kırım’lılar haindir.

<p>2</p>

Yumurta, et.

<p>3</p>

Vermem. Uymaz.