Kuşluk vakti, şaşkın haldeki Tipan, aceleyle eve girmişti. Solgun yüzü, sinirli bir halde olduğunu gösteriyordu. Yastığa başını koymuş, sırt üstü uzanan Mahambet, bu huzursuzluğu hissetmişti. Aniden doğrulmak istedi ancak sağ kalçasının acısından bir yanına dönüp oturmak zorunda kaldı. Sonra sessizce çadırın desteği üzerinde asılı olan İsfahan kılıcına kolunu uzattı. Tipan, kılıcı kınıyla birlikte hızlıca uzattı. Gövdesine kurşun dökülmüş on iki örgülü buzağıdiş kalın kırbacı da eline verdi.
“Hayırdır?”
“Ne bileyim. Jarbastau taraftan on kadar atlı, hızlı bir şekilde ilerliyorlar. Gelişlerinden şüphelendim.”
“Hasan atı eyerledi mi?”
“Taze kamışa doyan talan olasıca sallanarak kaçıyor, kendini yakalattırmıyor.”
“Issız bozkırda tek başına bu eve gelen her kimse, beni özlediğinden gelmiyordur herhalde. Asaubay nerede?”
“Bacanağının küçük baş hayvanlarını satmak üzere şehre gitmiş.”
“Peki! Sonu hayır olsun bakalım!”
Yazı burada sona ermişti. Noel, damağındaki lezzetten mahrum kalmışcasına sarışın kıza bakakalmıştı.
“Elimizdekiler sadece bu kadar.” dedi kız da çekinerek. “Kalanını birileri yırtıp götürmüş gibi.”
Gün kararıp karanlık çökmeye başladığı sıralarda yorgun argın evine ulaştı. Gelir gelmez soyunmadan yatağına uzandı. Gözleri kapanmaya başlamış gibiydi.
“Düşüncelerden yoruldun mu, evlâdım?”
“Dayanacağım.” diye cevap verdi uyur uyanıklık arası bir haldeyken.
“Olayın devamını başkasından değil, benden dinle.” dedi çene kemikleri, tak tak diye harekete geçerek.
“Kulağım sizde Mahambet.”
“Erkenden ulaşan on kadar atlı, teyze çocuğu Ikılas ve beraberindekilermiş. Evin başköşesine güzelce yerleştiler. Ikılas, eskiden dombırayla ezgiler de çalardı. Gençliğinde bütün hünerini bırakıp ata binmişti. Baymağambet Sultan’ın başçavuşuydu. Teyze çocuğu olsa da güven duymuyordum. Seyrek sakallı, iri gözlü, kaba biriydi. Kenardaki dombırama elini uzattı.
‘Memleketten uzaklaştın. Kimi zaman anlaşamadığımız zamanlar olmuştur. Ancak geçmiş geçmişte kaldı. Özleyerek geldik.’ dedi.
Yanındakiler de hiçbir şey belli etmeden kibar kibar oturuyorlardı. Hasan semiz bir koçu kesip hazırlıyor, Tipan da çay demliyordu. Semiz koç pişmiş, eti yumuşacık olmuştu. Yemek ağaç taslara konulduğu sırada, dombırayı akord edip tıngırdatmakta olan Ikılas, Kazak ile Nogay’ların ortak «Elden ayrılan» ezgisini coşkuyla çalmaya başlamaz mı?
‘Kızıl kaval kayından yapılmış olmalı. Güzel dombıra imiş.’ deyiverdi iri gözlerini evirip çevirerek.”
“Sonra?” dedi yatağından fırlayan Noel, konuşmaya başlayan kurukafasına uzandı.
“Bu, Ikılas’ın yanındaki adamlara verdiği işaretiymiş. Dirseğime dayanarak uzanmıştım. Üzerime aniden çöktüler. On iki örgülü buzağıdiş kalın kırbaç elimden düştü. Üç dört silahlı adam göğsüme oturmuştu. Kendimi savundum. Aman dileyip yuvarlanıverdiler. Gıcırdayan kapıdan dışarıya kaçarak çıkan Ikılas’ın haykırışlarını duydum galiba. ‘Evini yıkın! O şimdi dinlemez. Karısını yakalayın!’
Tipan, eline ağaç askıyı almıştı. Düştüğüm yerden gözüme ilişmişti. Nice sürgünler görmüş kadın bu Tipan… Karşısına çıkan birini kafasından vurarak yere seriverdi.”
“Neden yerinizden fırlamadınız Maha? Kılıcınız neredeydi, kılıcınız?”
Kazaklar kendilerine yakın gördükleri büyüklerin isimlerinin ilk hecelerine böyle bir ek yapıp saygılarını bildirirlerdi. Noel de öyle yapmıştı. Kendisine “Maha” denmesinden hoşlanan Mahammet:
“Korkak şeyler, çadırın urganlarını kesip evi üzerime yıktılar. Keçe çadırın iskeletleri ağırdı. Hiç kıpırdayamadım.” dedi.
“Hasan neredeydi?”
“Kardeşim yumuşak başlıdır. Ne yapabilirdi ki?”
“Tüh ya!”
“Çadırın kubbesinin çapraz rayları kırılmıştı. Mücadele ede ede kafamı dışarı çıkarabildim. İşte o sırada Ikılas kılıçla boynumu vurdu. Tipan’ın feryatları, oğlum Nursultan’ın ağlayan sesi… Gerisi çok bulanık, bir hayal gibi… Kıpkırmızı kana bulanmış gibi… Güneş de batmak üzereydi.”
Noel, sıtma tutmuş gibi tir tir titriyordu. Sigarasını bile yakamıyordu. Odanın ışığını açmayı da unutmuştu.
“Affedersiniz, Mahambet. Dinleyebilecek gibi değilim.”
Çok geçmeden Alimcan ile Noel, Atırau’a doğru yola çıktılar.
Bölge yöneticisi Aytuov Bey, kültürlü ve bilgili birisiydi. Onları iltifatla kabul edip başarılar dilemişti. Menzillerinde meşhur Karoy vardı. Bindikleri küçük araba, Jayık’ın Buhar tarafındaki eski yola çıktı. Hemen öncesinde az bir yağmur yağıp geçmişti. Ara ara ince toz bulutu gözüküyordu. Mayıs ayının ince meltemi, güzel güzel esiyor, göğüsleri açıyordu. Jayık kıyısındaki kamışlar ile yeni yetişmiş otlar, yarışır gibi sallanıyorlardı. Uzakta bir gemi, nehir ortasından yüzerek şehre doğru yol alıyordu. Dalgalar etrafını boğarak geçiyordu. Önüne çıkan motorlu küçük kayıklar, onu görünce kenara kaçışıyorlardı.
“Vay be! Jayık baharı, bir başkasın.” diyen Alimjan, manzaraya baktıkça coşuyordu. “Çocukluğumuzda buralarda koşturur, oynardık. Jayık taşardı kimi zaman. O kıyılara derelere dağılırdı ama biz, yine de yüzerek geçer giderdik. Öylesine rahat kulaçlardık ki, bu nehirde Çapayev boğulmuş diye duyduğumuzda şaşırırdık. Meğerse Jayık’ın ortasına ulaştığında makineli tüfek mermilerine hedef olmuş. Parçalamışlar kahramanı. ‘Kahramanlık bir kurşunluktur!’ diye boşuna söylememişler işte.”
Kıvrım kıvrım bozkır yolunda hızla ilerleyen araba, bir tümseğin yanında durdu. Biraz ötede at arabası bağlıydı. Yanında bazı karaltılar vardı. Araba durur durmaz ihtiyar hızlıca bunlara doğru koşmaya başladı. Alimjan sessizce gülümsedi. Noel ise bir şeylerden şüphelenerek kendini hemen toparladı. Dünyanın öbür ucundan onca yol aşıp geldikten sonra, belki de ‘Mezarı kazdırmayacağım, ruhları rahatsız olur.’ diyen bir yakını çıkıvermişti ortaya, belli mi olur? Malum ünlü kimselerin yakın akrabaları pek çoktur…
Şehirde СКАЧАТЬ