“Jakay!”
Tek çocuğu “nehirde mi boğuldu?” diye korkan zavallı babasının sesi titriyordu. Babasına acıyan çocuk:
“Amca” diyerek ağlamsı bir ruh haliyle seslendi. Babanın kulağı çocuğunun sesini duyar duymaz kalbi hızlı çarpmaya başladı. O, karanlıkta etrafa bakınarak oğlunun siluetini gördüğünde, koşarak gidip kucaklayıp, çocuğu yerden hızlıca kaldırdı.
“Bulundu!” diye bağırdı etrafa.
“Çocuk bulundu” diye bağrışan komşuları Jakay’ı ortalarına alıp sevindiler. Ne yapsınlar, hepsi çocuk boğuldu diye çok korkmuştu.
Tespihini çekerek kapıdan gelecek haberi beklemekte olan Batima anasına:
“Nine, oğlunuzu bulduk, müjde!” diyerek bir kayını haberi ulaştırdı.
“Kurban kesin! Kurban kesin!” deyip, babaannesi elini yere dayayarak ayağa kalktı.
Çocuğu aramaya yardım eden akrabalar gece yarısına kadar Küntöre’nin kavurmasını yiyip, çayını içip evlerine dağıldıktan sonra babaannesi ile babası kaçağın meselesini masaya yatırdılar. Anası kayınvalidesinden çekindiği için hiçbir şey soramasa da, bulaşıkları topluyor, minderleri silkeleyip havalandırıyor, sonra tekrar yerine seriyormuş gibi yaparak kocası ile kayınvalidesinin konuşmalarını dinlemeye çalışıyordu.
“Oğlum, sünnet olmaktan insan korkar mı hiç?” diyen babası erkek çocuğun hayatındaki en önemli şey hakkında kendince bilgi vermeye çalışıyor. “Sen erkek değil misin, şu küçücük şeyden bu kadar korkman da neyin nesi? Sünnet olmak demek, yiğit olmanın ilk nişanıdır. Bu, erkek çocuğun kızdan farkını, dayanıklılığını gösterir. Sen büyüyünce Vatan’ı koruyacaksın, babaannen, yengen, ben, ablan ve kardeşinin bu hayattaki yegâne koruyucusu, destekçisi sen olacaksın! Ben de zamanında askere giderek, Vatanımı koruyup, vazifemi yapıp gelmiştim. Kızlar ne yapar dersen, onlar okuldan mezun olduktan sonra başka bir aileye gidip, o evin gelini olurlar. İşte, yengen de burada ya, bizim evin işlerini yapıyor, onun gibi yani. Babaannen de oturuyor, o da bizim iyiliğimizi diliyor. Sen bugün sünnet olmaktan korkarsan, yarın büyüyünce Vatan’ı nasıl koruyacaksın?” deyip Jakay’ı iyice utandırdı. Bizim bahadır, babasının kendisini büyük insan gibi görerek, ciddi konuştuğunu görünce kendisini bir tuhaf hissetti. Hatta çok utanmış gibi oldu.
“Amca, yarın mollayı getirirsen, getir” dedi, “bundan tamamıyla kurtulalım”.
“İşte, benim Jakay’ım bahadırların nesli değil mi? İşte, yiğit!” diyerek babaannesi de buna çok sevindi.
“Ver elini, işte, yiğit!” deyip babası da sırtını sıvazlıyor. O yaz Jakay sünnet olup okul hazırlıklarına başladı.
Çok geçmeden güz de gelmişti. 1 Eylül’de Talas nehrine beş kilometre uzaklıktaki Sarbarak köyündeki okula kendi yaşıtlarıyla birlikte okula başlayan Jakay da gitti.
Alfabeyi öğreten ilk öğretmeni Abdibek Tastanov birinci sınıfa gelen ufak çocukları okulun önünde karşılamıştı.
“Okulun işte, sınıfın, Burada on sene olursun.
Darı gibi girer, Dağ gibi çıkarsın”, diye bir şiir okudu. Şairin söylediği gibi yaz boyunca Talas kıyısında dolaşıp güneşte iyice yanan esmer cılız çocuklar okula gelmiş, ilk defa sıraya oturmuşlardı.
Günler geçmeye devam etti. Okula gitmek için bir grup çocuk eşeğe binerdi. Kışın ise atın çektiği kızakla asmalı köprüden geçerlerdi.
Jaksılık kardeşlerine o kadar düşkündü ki, kendisinden bir sınıf üstte olan ablası Altınkül’ün asmalı köprüden korktuğunu bildiği için onu elinden tutarak geçirirdi. Sonradan kız kardeşi Şırınkül okul yaşına geldiğinde onu da kendisi elinden tutarak okula götürüyordu. Başka çocukları velileri okula kadar götürüp, geri döndüklerinde önlerinden çıkıp karşılarlarken, Jaksılık iki kardeşini ellerinden tutarak okula kendisi götürüp, getirirdi.
Dersten geç çıkıp bir köyden ikincisine varana kadar hava kararınca çocukların korktukları zamanlar çok olurdu. Bazen de oynayarak, birbirlerini kovalayarak köye çabucak ulaşırlardı. Çocukluk çağ bu yüzden güzel değil midir, köy ile okul arasındaki mesafenin uzaklığına bile bakmadan bir evin çocukları gibi olan yavrucaklar dönemden döneme ne ara geçtiklerini de fark etmezlerdi.
Çocukluk çağın her günü sıcacıktı. Ocağı tüten yuva gibi sıcak evde anne babayla ve babaannenin merhametinin saçıldığı Cennet gibi mekânda geçen akşamlar ne güzeldi, hey gidi günler!
Üşkempir’in ailesinde büyüyen çocukların büyüdüklerinde de özlemle anlattıkları eğlenceli olaylardan biri babalarının hakem olup üçünü güreştirdikleri anlardı. “Ülgili” kolhozunda4 muhasebeci olarak çalışan babaları genelde tan ağarırken işe gidip, çocukları tatlı uykuda yatarken işten dönerdi. Üşkempir’i çocukları sadece Pazar günleri görürdü. Onda bile akşam hava kararmaya başlayınca eve gelirdi. Evdeki üç çocuk bir hafta boyunca babalarını özleyip, Pazar gününün gelmesini beklerdi. Babaları evde olacağı gün onlar için küçük bir bayram gibi olurdu.
Akşam yemeklerini yedikten sonra çocuklarına:
“Hadi şimdi güreş başlayacak” derdi. Altınkül hemen bir pantolon giyip ortaya çıkar. O zaman Altınkül tıpkı erkek çocuk gibi olurdu. Kız da olsa vücudu iriydi. Jakay’dan bir buçuk yaş büyüktü. Böylece, önce Altınkül ile Jakay güreşirdi. Kolları ve bacakları incecik, kaburga kemikleri gözüken cılız Jakay’ı ablası hep yenerdi. Öyle anlarda babaannesi:
“Jakay, sen yemeği az yiyorsun, ondan dolayı Altış’a yeniliyorsun” diye onun tarafını tutardı.
“Oğlunuzda güç yok, bir deri bir kemik” deyip, babası Jakay’ı kışkırtarak konuşur öyle zamanlarda. Jaksılık öfkelenerek tekrar güreşir. Ne yapıp edip Altış’ı yeneceğim deyip ne kadar çabalasa da eşit düşmekten öteye geçemezdi. Ağabeyi ile ablasından geri kalmayarak küçük Şırınkül de:
“Baba, ben de güreşeceğim” deyip babasına yalvarır. Babası:
“Hadi, madem güreşmek istiyorsun, Jakay ile güreş, Altış seni fırlatıp atar” deyip, Jaksılık’ı kışkırtırdı.
“Ağabey, ikimiz güreşelim” diye ısrar eden kız kardeşiyle güreşiyormuş СКАЧАТЬ
4
Kolhoz. SSCB’de tarım sektöründe örgütlenen ‘kolektif tarımla’ uğraşan birlikler olarak tanımlanabilir.