Zor iş
ÖNSÖZ
Çoğu yerde kitaplara yazılan “Ön Sözlerin” gereksizliğinden söz ederler. Evet, bu, bir yere kadar doğrudur ama bazen-bazı kitaplara- bir önsöz gerekir, diye düşünüyorum. Bu “Ön Söz” de öyle… “ZOR İŞ” adlı kitabım Batı Trakya’da uzun yıllar önce yayınlandı. Koşullar gereği çok az bir okuyucu kitlesine ulaşabildi. Oysa bu kitapta yer alan hikâyelerin bazıları Türkiye’nin en saygın edebiyat dergilerinde yayınlandı, bazıları yine aynı ülkede düzenlenen “hikâye yarışmalarında” birincilik ödülü aldı. Hikâyeler hakkında, Oktay Akbal, Sevinç Çokum, A. Bican Ercilasun, Satı Merdan, Mustafa Aslan, Güngör Gençay, A. Yağmur Tunalı vd. övgü dolu sözler ettiler. Bazıları Yunanca ve Bulgarcaya çevrildiler. Yurt dışında yayınlanan Türkçe edebiyat dergilerinde yer alanlar oldu. Yunanlı bir gazeteci Yunancasını okuduğu “Eleni’nin Gözyaşları” adlı hikâye için “Ben Yunan hikâyeleri içinde böyle güzel, başarılı bir hikâye okumadım” deme nezaketini gösterdi. Söz konusu hikâye “4. Akdeniz Ülkeleri Şiir Şöleni” sırasında okununca orada bulunan edebiyatçı ve edebiyatseverler tarafından dakikalarca alkışlandı. Bazı okurlar, “ah, ne güzel hikâyeler ama kitabı okurken gözyaşlarımızı tutamadık” dediler.
Bütün bunlar beni o kadar etkilemedi. Fakat bir rastlantı sonrası tanıştığımız Türk Dili ve Edebiyatı Profesörü bir Alman bayanın sözleri beni ciddi olarak düşündürdü. Her nereden bulmuşsa “Zor İş” adlı kitabımı okumuş. Senin bu hikâyelerin “genel Türk Edebiyatı çerçevesi içinde değerlendirilmesi gereken başarılı, güzel hikâyeler. Bu dar bölgede ne yazık “heba olup gitmişler.” Gerçi biraz utandım, mahcup oldum ama Türk Edebiyatçıları hakkında, Ziya Uşaklıgil’den tut, Ahmet Ümit’e kadar uzanan geniş bilgisiyle beni şaşırtan bu bayanın sözleri hakkında daha gerçekçi olarak düşünmeye başladım.
Evet, ben “olayı” belki de hiçbir şekilde bu anlamda düşünmedim ya da değerlendirmedim. Ama bu hikâyeler neden daha geniş bir coğrafyaya dağılıp oralarda da okunmasınlar? Bunu münasip bir dille öteden beri tanıştığımız, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’na anlattım. Şimdi, “Zor İş” ikinci baskısıyla Bengü Yayınları arasında çıkacak, böylece büyük bir yelpaze (Türk Dünyası) içinde daha büyük bir okuyucu kitlesine ulaşacak. Hikâyeleri okuyanlar, Cengiz Dağcı’nın, Aytmatov’un hikâye ve romanlarındaki insanlarla bu insanlar arasında bir duygusal bağ kuracaklar. Büyük olasılıkla “Çalıkuşu”nun Feride’sinin “yaramazlıklarıyla” “Safinaz”ın yaramazlıkları arasında bir benzerlik, Cengiz Dağcı’nın roman kahramanlarıyla “İklim Değişikliği” hikâyesinin kahramanı arasında bir kader birliğinin izlerini göreceklerdir. Sevgi ve acıların ortaklaşa yaşandığı gönüller ortamında hikâyelerimin daha geniş bir alana yayılmasını sağlayacak olan Avrasya Yazarlar Birliği ve onun bir kuruluşu olan Bengü Yayınlarına gönülden selamlarlarımla birlikte teşekkürlerimi sunuyorum.
BENİM DÜNYAMDA SEN
İlk kez bir düğün salonunda gördüm seni. Dal boyun, o sapsarı, uzun, parlak saçlarınla hemen göze çarpıyordun. Bir filmin düğün sahnesinde başrolde oynayan kadın oyuncuydun sanki. Sırtında pırıl pırıl yanan beyaz, saten bir elbise vardı. Ayağında beyaz iskarpinler. Küpelerin ne de büyüktü. Ayrı bir özellikti senin için.
Düğün salonu tıklım tıklımdı. Orkestra ağır bir müzik çalıyordu. Yanlışlarla dolu, kulakları rahatsız eden bir müzik… Kadınlı erkekli konukların çoğu masalara yerleşmişti. Genç kızlar ve oğlanlar aralarda dolaşıyor, kimileri de baş başa vermiş yarenlik ediyorlardı. Çocuklarsa koşuşup duruyorlardı.
Bir grup kız arkadaşınla birlikte ayaktaydın bir ara. Aranızda bir şeyler konuşuyor, gülüşüyordunuz. Hepsinden uzundu boyun; bembeyaz dişlerini gösteren gülüşün bile başkaydı. Soylu, içten bir gülüştü bu. Tatlıydın vesselâm. Orkestra bir oyun havasına başlayınca kız arkadaşların piste çıkıp kendi havalarına daldılar. Arkadaşlarından biri, seni, oynaman için bir hayli zorladıysa da sen kendisini tatlı bir gülümseme ile reddettin. Gidip küçük, boş bir masaya tek başına oturdun, elini çenene dayayıp dudaklarında hüzün dolu bir gülümsemeyle kendi iç dünyana daldın. Görenler, seni pistte oynayanlara bakıyor sanıyorlardı. Oysa sen hiç de oralı değildin. Kim bilir; belki de bana öyle geliyordu.
Benden başkalarının da dikkatlerini çekmiş olmalısın ki, bazı masalardaki kadın ve erkek başlarının, bulunduğun masaya doğru çevrildiğini görüyordum. Neden sonra masana, kıvırcık saçlı, bıyıklı bir delikanlı yaklaştı, eğilip kulağına bir şeyler söyledi. Başını çevirmeden bir göz attın delikanlıya. Gözlerin sevinçten parlar gibi oldu. Ben yaşlı bir adamdım. Evliydim, çocuklarım vardı. Seni kıskanmama karşın mutlu olmanı istiyordum.
Yanımdaki masadan, başka bir oğlanı sevdiğine dair söylentiler geliyordu kulağıma. Karım da doğruluyordu bu söylentileri, bir yere kadar. “Galiba öyleymiş,” diyordu. “Kız çok güzel ama biraz şıllıkmış…” Dinlememiştim karımı. Hiç kimseleri. “Nasıl olur?” bile dememiştim. Kendime göre düşündüm seni, lâyık olmanı istediğim bir yaşam içinde düşledim.
Bir ara, o dal gibi boyun, dar, parlak saten içinde kıvrılan vücudun, gururlu bakışlarınla piste doğru gelirken tüm bakışları üstüne çektin. O inci dişlerini gösteren tatlı gülüşün, güzelliğini tamamlayan bir gül goncasıydı sanki. Gidip karıştın pistte oynayanların arasına. Her hareketin estetikti. Kollarını kaldırman, omuz hareketlerin, dar elbise içinde vücudunun tatlı hareketlerle kıvrılması, usta bir balerinin hareketlerinden alınmış bazı figürleri andırıyordu. Gözlerim sendeydi hep.
Okumamıştın. İlkokulu bitirmiş miydin; bilmiyorum. Konuşmanı işittim biraz önce. Orkestranın sustuğu bir andı. Düzgün konuşamıyordun, ama oldukça kibar olmağa çalışıyordun. İçten hareketlerin vardı. Masum, güven verici. Yoksul bir aileden gelmen, işçi olarak çalışman… İşçileri ne kadar severim bilsen. Gel gör ki, seni nerede olursa olsun, bir işçi olarak düşünmek bile istemedim.
Beni bağışlar mısın, bağışlamaz mısın, bilemem ama seni bir süre için alıp çıkardım o salondan. Pistte oynamanı istediğim, o tatlı gülüşüne doyamadığım halde alıp götürdüm seni kendi dünyama. Orada senin yaşamını kendime göre kurdum, düzenledim. Bir bencillik değil bu. Aldım seni, Rodop dağlarının en güzel vadisine kurulmuş olan köyüne götürdüm. Şırıl şırıl akan sular, uçsuz bucaksız bayırlar, ağaçlar, kuşlar… Sırtlara yayılmış keçiler… Küçük, sarı bir çiğdemdin sanki. Gözlerin gök mavisiydi. Bir keçi yavrusu denli çeviktin. Yüzün al al olurdu koşmaktan. Çamaşır günleri ince, kuru kayın dallarını annene hep sen taşırdın.
Bilirim, çocuklar mutlu olmak için büyük şeyler istemezler. Babanın şehirden getirdiği bir çift güllü naylon terlik, ya da küçük bir bebek seni sevindirirdi. Yaramaz bir oğlağın peşinden saatlerce koşar, güler, yerlerde yuvarlanır, annenin sıcak küle attığı mısır poğaçasını iştahla yer, günlerin nasıl geçtiğini anlamazdın…
Yaşamın hep böyle geçse, büyümeseydin eğer; seni öyle kendi haline bırakırdım. Gerçek şu ki, büyümüştün; işte şu anda salonda bulunuyordun. Seni bu halde bırakmaya gönlüm razı olmadı.
Büyüdün, ilkokula gidecek kadar bir kız oldun. Annen uzun belikler ördü sarı saçlarınla. Okul çantanı aldın, okulu, öğretmenini, kitapları sevdin. Kitaplar ne denli güzel, ne tatlı konuşurlardı. Öğretmenin… “Hep gene okul, bak kızımız ne de güzel konuşuyor” derdi annen. Sayılar, çiçekler, temizlik, size zamanı unutturan oyunlarınız, diş fırçaların, ay, güneş, başka dünyalar, uzay adamları, tarih, eski insanlar, resimler, şarkılar, okumak, gezmek, öğrenmek…
Sesin de çok güzeldi Biraz önce masanın önünden geçerken bir akrabanla konuşuyordun. Tatlı bir ses…
Doğal olarak en güzel şarkıları СКАЧАТЬ