Название: Bizim Nesibe
Автор: Мемдух Шевкет Эсендал
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-89-0
isbn:
Annem de ne düşündü ise:
“Şimdi artık dilenci olmayacak mı? Herkes sadakasını kime verecek?” dedi.
Kimse sesini çıkarmadı.
Aradan aylar geçti. Nesibe’den haber alamamıştık. Bayramda anneme gelmiş. Keyfi yerinde imiş. Kocasını sürmüşler. Çalışmış, iki ay sonra getirtmişler. İşin hoşu, bu sürgün onlara yaramış. Himmet Hoca’nın adı duyulmuş! Mamak’ta kendilerine bir ev alıyorlarmış.
ESKİ KINA GECESİ
Bundan tam kırk yıl önce, İstanbul’da, Kovacılar’da, Asmalı Hamam Sokağı’nda rahmetli Hacı İsmail Bey’in evinde düğün var. Oğlu, Maliye ketebesinden3 İbrahim Sıtkı Bey evleniyor, kına gecesi olacak.
Çağrılanlar: Sıtkı Bey’in kalem arkadaşları, mahalle komşuları, hısım akraba şöyle bir kırk-elli kişi, eh çağrılmadan gelenler de olursa bir altmış-yetmiş kişilik bir toplantı, eş dost arasında bir eğlenti. Saz da kendilerinden. Aksaraylı Hafız İsmail Efendi getirebilirse Hanende Selim ile Kanuni Nazmi’yi getirecek. Getiremezse, eh, mahallede ut çalan iki komşu var. Bir de tambur. Tambur çalan biraz acemi ise de, zararı yok, gene tamburdur. Kanuni Cemal Bey de var, hepsini sürükler! Hafız İsmail de okur. Fasıl yerinde!
Evde hazırlığa, sabah erkenden başladılar. Mahalle kahvecisi Naim Efendi, bu gibi hayırlı işlere yardım etmekten hoşlanır bir adam, düğün aşçısını hazırladı. İki de sofracı karı bulmuş. Erkenden geldiler. Aşçı bahçeye eğreti bir ocak kurdu, üstüne de iki kazan oturttu.
Bir hamal, arkasında küfe ile geldi. Bardak, tabak getirdi. Sayıp aldılar. Evdeki hanımlar ortalığı topladılar. Konsolun önünde kırılacak, dökülecek her ne varsa kaldırdılar. “Meze dökülür, sarhoşlar kirletir.” diye yerdeki halıları kaldırıp yerine alt katın eski kilimlerini serdiler.
Sofracı kadınların biri Rum, biri Yahudi. Gelir gelmez, ilkin ayna karşısına geçip süslendiler. Sonra tabakları silip hazırlamaya başladılar.
Biraz sonra bir hamal, bir damacana rakı getirdi.
İbrahim Sıtkı Bey’in babasının anası, Raziye Hanım sağdır. Başını örttü, birkaç günlüğüne ahret kızına gidiyor. Bastonuna dayanarak sofadan geçerken damacanayı gördü. Kendi kendine söyler gibi:
“Ziftin pekini içsinler.” dedi.
Gelini duydu:
“Tuhafsınız.” dedi. “Evladımın mürüvveti olmasa kapıdan içeri sokar mıyım acaba! Evlat hatırı için nelere katlanmıyoruz!”
Kaynanası durdu.
“Ben bir şey demedim ki ayol!”
“Ziftin pekini içsinler diyorsunuz!”
“Ne diyeyim? Afiyet olsun, içsinler diyecek değilim ya!”
Gelin sustu. Raziye Hanım da çıkıp gitti.
Meyzin’in4 oğlu Sadrettin ile Arap Cevher’in oğlu Arif, biri on sekiz yaşlarında, ayağında çuha şalvar, belinde şal kuşak, gümüş saat, kordon, aktar çıraklığı eder bir çocuk; öteki yirmi yaşlarında, kıvırcık saçlı, açık kahve renkli, babasının yanında çalışır bir dadı çocuğu, sık sık gelip gitmeye, sofracı karılarla âşıktaşlık etmeye yeltenir oldular.
Yahudi kızı biraz daha genç, Rum karısı biraz daha yaşlı gibi ise de Yahudi kızından daha güzel. İkisi de taburla yahut bölükle değil ise de takımla erkeğin bir başından girip bir başından çıkmış kadınlar. Sadri ile Arif’e metelik vermediler.
Sıtkı’nın anası Nazire Hanım, yağlanmış, etlenmiş ama ihtiyarlığa boyun eğmemiş, saçları kınalı, gözleri sürmeli bir hanım; başına bir namaz bezi örtmüş, ortalıkta dolaşıyor, sanki iş yapıyor, bir yandan da yerli yersiz:
“Bugün de beni görmedik erkek kalmadı; bereket versin boynumda nikâhım yok.” diyor. Allah bilir içinden de neler geçiyor.
Bugün erkekler yalnız onu değil, evdeki bütün kadınları, bunlar arasında güveyin kız kardeşi yirmi üç yaşında Fahrünnisa ile besleme, on dokuz yaşlarında İkbal’i de görüyorlardı. Kızlar ne yapsınlar; hangi kapıyı açsalar bir erkeğin gözü, çalı dikeni gibi gözlerine batıyor.
Öğleye doğru güveyi, kan ter içinde geldi. İki küfe dolusu et, erzak getirilip aşçının önüne konuldu.
Güveyi, uzunca boylu, sırtı genç yaşında biraz kamburlaşmış, yaşı otuz dolayında, düşük ince bıyıklı bir adam. Anası, kız kardeşi, yakın komşulardan yaşlı birkaç hanım, güveyin dört yanını alıp ona yalvarmaya başladılar, ki gidip bir tıraş olsun, temiz bir yakalık, bir yeni kravat taksın!..
Yukarıda bunlar güveyi kandırmaya uğraşırlarken aşağıda Tevfik Bey’in sesi işitildi.
“Hani güveyi, nerede?”
Uzun boylu, şişman, çıplak kafalı, gür sesli bir adam. Adliye memurlarındandır. Bütün mahallenin kâhyası gibidir. Sözünü dinletir. Kimsesizlerden, dul kadınlardan birinin bir işi olsa ona gider. Gençlere, ihtiyarlara, herkese karışır.
Güveyi, kadınlardan yakasını kurtarıp aşağı inince Tevfik Bey’le, bahriye kalyon kâtiplerinden Şemi Bey’le karşılaştı.
“Buradayım.” dedi.
“Buradayımla olmaz, daha hiçbir şey hazır değil. Hani sofralar? Hem bu karılar sofrayı beceremezler. Bunları kim buldu sana? Naim mi?..”
Sonra, kapının yanında duran Sadri’ye dönerek:
“Bunların biri dört, hadi hadi beş kişiye yemek verebilir. Kırk kişilik sofra bunlarla döner mi? Hem bunlar artık başlasınlar. Hani bakalım, nerede sofralar? Düş öne! Göster bakalım!..”
Yukarı kata çıktılar. Sofralardan biri merdiven başındaki odaya kurulacakmış. Biri de köşedeki büyük odaya. Yemek için de sofaya bir büyük masa kurulmasını sofracı karılar kararlaştırmışlar.
Odalara kurulacak sofralar, rakı sofraları; asıl sofra yemek sofrası. Tevfik Bey sordu:
“Hani? Nasıl kuracaksınız bakayım?”
Gösterdiler:
“İşte, şuradan şuraya!”
“E, aşağıdan yukarı gelenler nereden çıkacak?”
“Ne yapalım, biraz da katlansınlar…”
“Neye katlanacaklar? Hizmet edecek, tabak getirecek, şişe götürecek. Böyle olmaz. Sofrayı ayakyolu kapısından oda kapısına doğru kurmalı. Bu ayakyollarına da bolca bir su döktürsünler, pek baygın kokuyor.”
Sofranın СКАЧАТЬ
3
Ketebe: Kâtipler.
4
Meyzin: Müezzin.