Subaylar, General Sleptsov’un ölümünü konuşuyorlardı. En çok da dağlıları kılıçtan geçiren yiğit subayın kabadayılığı üzerinde duruyorlardı.
Hiçbiri bu ölümde bir yaşamın en önemli anını, bir sona ermişliği görmüyordu; aksine aralarındaki en deneyimli subaylar bile o zamanki Kafkas savaşlarında, başka yerlerde olduğu gibi, hiçbir zaman hayallerde yaratılan ya da efsane gibi anlatılan kılıç savaşlarının gerçekleşmediğini bilirlerdi, böylesine göğüs göğüse meydana gelen savaşlarda sadece kaçanlar kılıçtan geçirilirdi. Bununla birlikte subaylar yine de bu türden savaş hayallerini çok gurur verici bir durum olarak gördüklerinden, bu onlara güven ve neşe veriyordu. Davulların üzerinde kimi büyük bir gururla böbürlenerek kimi ise sakin oturmuş vaziyette sigarasını tüttürüyor, birasını içiyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyordu; Sleptsov’un başına geldiği gibi her an onlara yetişebilecek olan ölüm hakkında endişelenmiyor, hatta bu düşünceyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Ve tam da konuşmalarının ortasında, âdeta ölümün ben buradayım demesini andıran bir tınıyla, yolun solundan bir tüfek atışının hoş, heyecan verici sesini duydular. Sisli havada ateşlenen mermi uçtu ve bir ağaca saplandı.
“Maşallah!” diye neşeyle haykırdı Poltoratskiy. “Bizim hattımız iyi çalışıyor. Şansın açık olsun, Kostya.” dedi ve Freze’ye dönerek: “Haydi, bölüğünün başına geç bakalım. Hattı desteklemek için tüm bölüğe liderlik edeceğim, haydi keyifle geçecek bir savaşa hazırlanalım ve bunun için gerekli raporu hazırlayalım.” dedi.
Freze, ayağa fırlayarak bölüğün bulunduğu sisli noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Poltoratskiy, küçük birliğini yürüyüş düzenine geçirerek ateş açılan yere doğru yönlendirdi.
İleri karakollar, ormanın eteklerinde, bir vadinin çıplak inen yamacının önünde duruyordu.
Rüzgâr orman yönünde esiyordu ve sadece vadinin eğimi görünmekle kalmıyor, aynı zamanda karşı taraf da açıkça görünüyordu. Poltoratskiy hatta ulaştığında, güneş sisin arkasından çıkmıştı; vadinin diğer tarafında, daha seyrek bir ormanın eteklerinde, çeyrek mil uzaklıkta birkaç atlı görünüyordu. Bunlar Hacı Murat’ın peşine düşen ve onun Ruslarla karşılaşmasını görmek isteyen Çeçenlerdi. İçlerinden biri hatta ateş etmiş, karşı taraftan birkaç asker ona karşılık vermişti.
Çeçenler geri çekilmiş, ateş kesilmişti ancak Poltoratskiy ile bölüğü geldiğinde yine de ateş edilmesi emrini verdi. Bu sözle birlikte, keskin nişancılar dizisinin tamamı boyunca, tüfeklerin aralıksız, neşeli, heyecan verici çıtırtıları duyuldu; hemen ardından da ince bir duman şeridi narince etrafa yayıldı.
Ortaya çıkan şenlikten memnun olan askerler, hızla tüfeklerini doldurarak art arda ateş ettiler. Görünüşe göre Çeçenler de onların bu neşeli eğlencelerine ayak uydurmuşlardı, onlar da birbiri ardına ileri sıçrayarak askerlere birkaç el ateş ettiler. Bu atışlardan biri, bir askeri yaraladı. Bir gece önce pusuya yatmış olan Avdeyev’di bu asker. Yoldaşları ona yaklaştıklarında yüzüstü yatıyordu, yaralı karnını iki eliyle tutuyor ve ritmik bir hareketle sallanarak, hafifçe inliyordu. Avdeyev, Poltoratskiy’in bölüğünden bir askerdi, bir grup askerin toplandığını gören Poltoratskiy onlara doğru yürüdü.
“Ne oldu evlat? Vuruldun mu?” dedi Poltoratskiy. “Nerene isabet aldın?”
Avdeyev buna cevap vermedi.
Avdeyev’in yanında bulunan bir asker, “Tam silahımı dolduruyordum ki bir anda bir ses duydum.” diye anlatıyordu. “Sonra bir baktım, bizimki tüfeğini düşürmüş.”
“Cık, cık, cık!” diye dilini şaklattı Poltoratskiy. “Çok acıyor mu Avdeyev?”
“Acımıyor ama yürümemi engelliyor, ayağa kalkamıyorum. Şimdi bir damla votka olsa ne iyi olurdu!”
Biraz votka -ya da Kafkasya’daki askerler tarafından içilen ispirto-hemen temin edildi ve sert bir şekilde kaşlarını çatan Panov, ciddi bir ifadeyle Avdeyev’e bir kapak içinde ispirtoyu sundu. Avdeyev birkaç yudum alıp kapağı hemen eliyle itti.
“Yok, içim bunu kaldırmıyor, al sen iç!” dedi.
Panov, ispirtonun kalanını bir dikişte içti. Avdeyev yeniden doğrulmaya çalıştı ama yine çöktü. Hemen yere bir kaput sererek onu üzerine yatırdılar.
Astsubay, Poltoratskiy’e: “Komutanım, Albay geliyor.” diye haber verdi.
“Tamam. Buraları siz düzenleyin.” dedi Poltoratskiy ve kırbacını şaklatarak Vorontsov’u karşılamak için atını dörtnala sürdü. Vorontsov safkan bir İngiliz atına biniyordu ve ona alay yaveri, bir Kazak ve bir Çeçen tercüman eşlik ediyordu.
“Burada neler oluyor?” diye sordu Vorontsov.
“Çetelerden biri bizim avcı takımımıza saldırdı.” diye cevapladı Poltoratskiy.
“Aman hadi oradan, sizin yüzünüzden olmuştur!”
Poltoratskiy gülümseyerek, “Hayır Prens, biz değildik.” dedi. “İlk olarak onlar başlattı.”
“Bir askerin yaralandığını duydum!”
“Evet, çok yazık oldu. O iyi bir asker.”
“Yarası ciddi mi?”
“Sanırım, karnından isabet aldı.”
“Peki, şimdi nereye gittiğimi biliyor musunuz?” diye sordu Vorontsov.
“Bilmiyorum, efendim.”
“Tahmin edemiyor musun?”
“Hayır.”
“Hacı Murat geliyor, birazdan onunla görüşeceğiz.”
“Doğru mu duydum?”
Vorontsov, yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini güçlükle bastırarak, “Dün elçisi bana geldi. Birkaç dakika içinde Şalinskiy düzlüğünde beni bekliyor olacak. Keskin nişancıları düzlüğe yerleştirin ve sonra gelip bana katılın.”
“Emredersiniz.” dedi Poltoratskiy, elini kalpağına götürerek ve birliğine geri döndü. Keskin nişancıları çayırlığın sağına yönlendirdi ve Astsubay’a sol tarafa da aynısını yapmasını emretti. Yaralı Avdeyev, bu arada bazı askerler tarafından kaleye geri götürülmüştü.
Poltoratskiy, Vorontsov’un yanına СКАЧАТЬ