“İyi! Ya da kötü!” dedi konuşmayı başlatan adam, kasvetli bir şekilde. “Bence bölük onunla konuşmalı. Parayı aldıysa bize ne kadarını ve ne zaman geri ödeyeceğini söylemeli.”
Panov çubuktan ayrılarak, “Bölük ne karar verirse ona göre olacak.” dedi.
“Tabii ki.” dedi Avdeyev. Bir atasözünden alıntı yaparak, “Cemaat güçlü bir olgudur.” diye tasdik etti.
“Arpa alınması lazım, bahara doğru atılacak çizmeler olur. Para lazım olacak, o parayı cebe indirdiyse biz ne yapacağız?” diye ısrar etti, memnun olmayan.
Panov, “Size bölüğün istediği gibi olacağını söylüyorum.” diye tekrarladı. “Bu ilk değil, alır ve aldığı gibi de geri koyar.”
O günlerde Kafkasya’da her bölük, kıtalarının yönetimi için kendi seçtikleri bir adamı başlarına atardı; bu kişi hazineden kişi başına ayda altı ruble elli kapik alırdı ve bölüğün ihtiyaçları bu paradan karşılanırdı. Bölükler kendi kendilerine bakmayı bilirlerdi, lahana fideleri diker ve çeşitli sebzeler eker, ot biçerdi; kendi arabaları olurdu ve iyi beslenmiş yağız atlarıyla gurur duyarlardı. Bölüğün parası, anahtarının komutanda olduğu bir sandıkta tutulur ve komutanlar sık sık bu kasadan para alırlardı. Aslında bu kez de aynısı olmuştu, askerlerin konuştuğu husus buydu. Karamsar asker Nikitin, komutandan hesap sorulması hususunda ısrarcı davranırken Panov ve Avdeyev bunun gereksiz olduğunu düşünüyordu.
Panov’dan sonra Nikitin çubuğu çekmeye başladı ve ardından kaputunu yere yayarak çınar ağacının gövdesine yaslanıp yere oturdu. Askerler bir anda susmuştu. Başlarının çok üzerinde bulunan ağaç yaprakları rüzgârda hışırdıyordu ve aniden, bu aralıksız alçak hışırtının üzerinde çakalların uluması, sızlanması, tiz çığlıkları ve kahkahaları yükselmeye başladı.
“Şu lanet olası yaratıkların sesini dinleyin, nasıl da yırtıyorlar kendilerini!” dedi Avdeyev.
Ukraynalı üçüncü askerin yüksek sesi: “Bence senin yüzün çarpık diye sana gülüyorlar!” dedi.
Dalları sallayan, bazen yıldızları ortaya çıkaran bazen de gizleyen rüzgâr dışında her şey yine sessizdi.
Aniden neşeli Avdeyev, Panov’a doğru dönerek, “Hiç sıkıldığın oluyor mu Antoniç?” diye sordu.
“Neden sıkılayım ki?” diye cevapladı Panov, isteksizce.
“Şey, öyle işte… Bazen canım o kadar sıkılıyor ki bir türlü ne yapacağımı bilemiyorum.”
“Bak sen şu işe!” oldu Panov’un cevabı sadece.
“Bir zamanlar, elimde avucumdaki tüm parayı sadece sıkıntıdan içkiye verirdim. Nasıl canım sıkılırdı anlatamam sana… Kendi kendime ‘Leş gibi sarhoş olana kadar iç bakalım.’ derdim…”
“Ama bazen içki içmek durumu daha da kötüleştirir.”
“Evet, bana da öyle oldu zaten. Ama öylesine çaresizdim ki ne yapacağımı bilemiyordum!”
“Peki, bu kadar sıkılmana sebep olan şey neydi?”
“Benim mi? Ne olacak, evimi özledim.”
“Zengin misiniz ki?”
“Hayır, zengin değiliz ama hiçbir eksiğimiz de olmazdı, kendi yağımızda kavrulurduk.”
Ve böylece Avdeyev, Panov’a defalarca anlattıklarını yeniden bir kez daha anlatmaya başladı.
“Biliyorsun, ben ağabeyimin yerine gönüllü olarak askere gittim.” diyordu. “Çocukları vardı. Beş kişilik bir aileydiler ve ben daha yeni evlenmiştim. Annem gitmem için yalvarmaya başladı. Bu yüzden, ‘Gideyim o zaman, ne yapalım, belki kıymetim bilinir.’ diye düşündüm. Bu yüzden efendimize gittim… O iyi bir efendidir ve bana ‘Sen iyi bir adamsın, git!’ dedi, böylece ben de ağabeyimin yerine asker oldum.”
“Eh, sen doğru olanı yapmışsın.” dedi Panov.
“Ama sana bir şey diyeyim mi Panov, şimdi de canım çok sıkılıyor. ‘Neden kardeşinin yerine sen gittin?’ diyorum kendi kendime. ‘Sen burada acı çekmek zorundayken o şimdi orada bir kral gibi yaşıyor ve bunu düşündükçe kendimi daha da kötü hissediyorum. Sadece kendimi çok bedbaht hissediyorum ve içim büsbütün kararıyor!”
Avdeyev sustu.
“Belki bir tütün daha tellendirsek iyi olur.” dedi bir duraklamadan sonra.
“Olur, hazırla o zaman!”
Ancak askerlerin bir tütün keyfi daha yapmaları nasip olmadı. Avdeyev, ağaçların hışırtısının üzerinde yol boyunca gelen ayak sesleri duyduklarında çubuğu yerine sabitlemekle meşguldü, hızla ayağa kalktı. Panov tüfeğini aldı ve Nikitin’i ayağıyla dürttü. Nikitin ayağa kalktı ve kaputunu yerden kaldırdı. Üçüncü asker Bondarenko da onlar gibi ayağa kalktı ve: “Arkadaşlar bir rüya gördüm, bakın…”
“Şşt!” dedi Avdeyev ve askerler nefeslerini tutarak etrafı dinlemeye başladılar. Yaklaşan yumuşak tabanlı çizmeli adamların ayak sesleri duyuldu. Düşen yapraklar ve kuru dalların hışırtıları karanlığın içinden gitgide daha net duyulabiliyordu. Ardından Çeçenlere özgü genizden gelen bir konuşma işitildi. Askerler artık sadece yaklaşan adamları duymakla kalmıyor, ağaçların arasındaki açık bir boşluktan geçen iki gölgeyi de görebiliyorlardı; bir gölge diğerinden daha uzun ve iriceydi. Bu gölgeler askerlerle aynı hizaya gelince Panov elinde tüfeği, ardında yoldaşları ile yola çıktı.
“Kim var orada?” diye bağırdı.
“Ben dostum, Çeçen.” dedi daha kısa boylu olanı. Bu, Bata’ydı. “Silah, yok! Kılıç, yok!” dedi kendini göstererek. “Prens’i göreceğim!”
Daha uzun olan, arkadaşının yanında sessizce duruyordu, onda da herhangi bir silah yoktu.
Panov, yoldaşlarına: “Casusum diyor ve Alay Komutanı’mızı görmek istediğini söylüyor.” dedi.
“Prens Vorontsov… Onu görmek istiyorum, bu çok gerekli! Büyük iş için gerekli!” dedi Bata.
“Tamam, tamam! Seni ona götüreceğiz.” dedi Panov.
“Onları sen götürsen iyi olur.” dedi Avdeyev’e. “Sen ve Bondarenko. Onları nöbetçiye teslim ettikten sonra tekrar geri gelin. Aman ha, akıllı olun.” diye ekledi sonra. “Onların önünüze katmaya dikkat edin!”
“Bu ne güne duruyor?” dedi Avdeyev, tüfeğinin süngüsünü birini bıçaklıyormuş gibi hareket ettirerek. “Sadece şişlemem yeterli, sonrasında canı cehenneme!”
“Onu şişlersen ne işimize yarayacak?” dedi Bondarenko.
“Haydi, СКАЧАТЬ