… Bu nutuk uzadı. Uzadı… Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz, ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar, “Zito, zito, zito…”6 diye avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. İngiltere sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakiki dostumuz, hatta vücudundan haberimiz olmayan müttefikimiz Rusya imiş…
… Alay, Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki… artık hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiçbir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:
“Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da gideyim.”
Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:
“Asla, ey ‘kahraman-ı hürriyet!’, asla! Senin ayağın toprağa layık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu… Onların başlarına basarak yürü… İstediğin yere git…”
Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş… kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeye başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:
“Ya… şa… sın… Hür… ri… yet!”
Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış, kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu hâlde Türkçe konuşmasını öğrenememiş bir Çerkez’di. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lakin sevgili Ahmet’inin ismini duyunca “Acaba bir kaza mı oldu?” diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başları üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Panjuru aralık etti:
“Ayol ümmet-i Muhammed’imin başında böyle yürümeye utanmıyor musun Ahmet!..”
Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.
“Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil…” dedi.
Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı… Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte… oydu! Ta kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu… Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:
“Halt mı etmişsin, edin seni Ame…”
“Değil işte…”
“Hayır, Ame, Ame…”
“Ahmet değil işte!”
“Sus, aklı mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.”
“Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin…”
......
Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga hâlini aldı. Zavallı kadın oğlunun isminin “Ahmet” olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şahit gösterip pencereye getiriyor, rahmetli babasının, şeyh efendisi doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak “Ahmet” ismini koyduğunu… hatta bu ezanın şiddetinden küçükken kulağının ağrıyıp ta akil baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere karşı inkârında inat etti. O kadar ki… annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.
“Hayyy…” diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü, bayıldı. Ahmet Bey’in üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi birbirine karışıyor; “müthiş Jön Türk’ün hakiki ismini annesinin bile bilmediği” uzaklara; İstanbul’un en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde “Deli Saraylı” şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kilitlenir, bayılınca saatlerce ayılmazdı. Ahmet Bey son bir gayretle, kapının önündekileri biraz aralık edip aşağıya inmeye çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişler bir granitin ecza-yı fer-diyesi gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray’ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıkları, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden, Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam! der, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat… Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilave edecekti. Diyeceklerdi ki:
“Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!”
Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlatlığa, “Kız, dadımı çağır!” diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.
“Dadı gelmiyor.”
“Niçin?”
“Hanımefendiyi koku ile ovuyor.”
“Mehveş’i çağır!”
“Mehveş ablam da hanımefendinin kollarını ovuyor.”
“Peyker’i çağır!”
“Peyker ablam da hanımefendinin ayaklarını ovuyor.”
“Pesent’i çağır!”
“Pesent ablam da hepsinin ellerine kolonya döküyor.”
“Despina nerede?”
“Bilmem…”
“Git çabuk, bak…”
СКАЧАТЬ
6
Zito (Rumca): “Yaşasın!”