“Nedir? Nedir?” diye bağrıştılar.
“İdam!”
Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevi sükûn içinde hikâyesine devam etti:
“… Evet benim projem kabul olundu! Tüneli kazmaya başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule Deresi’ne atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?”
“…”
Hayretten kimse tasdik edemedi.
“… İstanbul’un bir sahili denize doğru büyüyordu da kimse bunu görmüyordu. Hâlbuki Nil Nehri’nin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu. Nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?”
“…”
“… Hayır, bir inkılapçı, bir ihtilalci için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik! Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü…”
Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule’nin, Yenibahçe’nin, Fatih’in, hatta Haliç’in, Beyoğlu’nun, Nişantaşı’nın altından geçen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; “Yirmi dört yaşındayım!” cevabını alınca projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı… İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç, kazmayla değil, daha bir toplu iğne ile toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi. Âdeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmaya başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Suali karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvari sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.
“İdam! İdam!”
Pencereyle avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman, hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmamazlık aklına gelmiyordu. Cumhur… Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın, asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, “zaman, mekân” umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet… Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman, hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:
“İşte vatandaşlar!” dedi. “Bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ihtilal aletiyle mevkimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. ‘Haydi, siz gidin, beni yalnız bırakın.’ dedim. Onlar tünele girdiler. Yer altından Sulukule’ye doğru gitmeye başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki… Ben ne heyecanlar geçiriyordum…”
Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebitin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.
?!?!..
“Müstebit, ‘Aman, Jön Türk! Benden ne istersen iste! Vereyim. Yalnız canıma dokunma!’ deyince ben, ‘Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan edeceksin. Yoksa karışmam!’ dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyincilere sakalı elimdeyken yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır…”
......
Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor… ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Babıali’nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakıayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip, Jön Türk’ün kahramanlığını anlatıyorlar, işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar… Kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebitin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.
Ahmet Bey o akşam Nişantaşı’ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıali’ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilanına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıali’ye üşüşmüşlerdi. Hepsi Ahmet Bey’in arabasına koşuldu.
“Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!” nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıali Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprü’den geçerken Ahmet Bey, “Artık köprü parası alınmayacak bu vahşiliktir, hürriyete yakışmaz!..” diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay, Köprü’nün ortasına gelmeden Aziziye Karakolu’nu boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları Ferik Paşa önlerinde olduğu hâlde Galata’ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk’ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Karaköy’e geldiği hâlde Zülfikar gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçekapı’sında, biri henüz Yeni Cami muvakkithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata’da dükkânlar kapandı. “Patrida”ları5 olan Türkiye’yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık “yerli Yunanlı” kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk’ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat’tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumi bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu’na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü… O kadar büyüdü ki Cadde-i Kebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin СКАЧАТЬ
5
Patrida (Rumca): Vatan