“Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.”
“Öyle ise sus, hiç söyleme…”
Fena hâlde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:
“Bak ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilakis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet ışığı alevlendirdim.”
“Ee sonra buraya niye geldin?”
“Yatmaya…”
“Ben senin odana iki müşteri yatırdım.”
Hiddetlenecektim. Hâlbuki iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa benim gibi nam, şöhret ve sâmânın eşiğine gelmiş bir âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:
“Neyse, zararı yok. Başka cahil bir adam olsa bu yaptığına kızardı…”
“Ben cahile kızmam ama… Parasızı bir elime geçse anasını bellerim…”
Gayriihtiyari “Yaaaa…” diye ağzım açıldı. Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek, “Pek uykum var, bari bana başka bir yatak göstersen de bir iki saat kestirsem.” dedim.
“Hiç boş yatağım yok.”
“Ee, ben şimdi ne yapayım?”
“Senin ne yapacağını ben ne bileyim?”
Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım. İki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zapt ettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lakin artık Meşrutiyet’ti… Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet’e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken “çatt” dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.
Salepçibaşı Hanı’nın kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerlerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu.
Evet, ben İstanbul’a gitmeliydim. Şan, şöhret, sâmân beni orada bekliyordu…
HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN
Sevgili Efruz!
Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım seni ne tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır. Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen “hepimiz” değilsen bile ‘‘hepimizden bir parça”sın…
Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı.
“Nasıl gördünüz mü?” dedi. Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelememişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:
“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den, bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, Başkâtip Paşa Hazretleri’nin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler, Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi. “Yoksa haberiniz yok mu?”
Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:
“Neden haberimiz olacak? Ne var?”
......
Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lakin ne cesaret!..
“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…
......
Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “cehennem leblebileri” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lakin eski buruşuk istanbulinli köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.
İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:
“Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.
Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:
“Hiçbir şey anlamadınız mı?”
“Ne anlayacağız?”
СКАЧАТЬ