Название: Hüseyin Fellah
Автор: Ахмет Мидхат
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-06-8
isbn:
Gerçi üstü başı temiz olan efendinin bu sözü aynı hikmettir. Hikmet ise sevilir bir şeydir. Zira insan için hidayet delilidir. Ancak hikmeti yalnız bilmek ve rivayet etmek yetmez. En büyük zorluk emri tatbiktedir.
Kitab-ı hikmette bir satır görürsünüz ki “Kendi sırrını sen saklamayıp da başkasına açıklarsan, o adamın onu gizlememesine hiç darılmamalısın.” diye yazılıdır. Bu söz pek doğru bir sözdür a!.. Hikmetin gözüdür de! Yine o kitab-ı hikmetin diğer bir satırında “Danışan dağı aşmış, danışmayan yolu şaşmış.” der. Bu da pek doğru bir sözdür. Hikmetin gözüdür! Öyle değil mi? Hâlbuki danışmak için sırrı açmak gerekir. Ve diğer bir tabirle sırrı açmamak danışmaktan vazgeçmek olur. Öyle ise bu sözler birbirini yalanlıyorlar. Birbirini yalanlayan iki sözün ikisi de boştur. Şu mukabele ve muvazenede devam edilecek olursa görülür ki kitab-ı hikmetin her hükmünü yalanlayacak bir hükmü daha vardır. Öyleyse hikmete, baştan aşağı boş ve hükümsüzdür deyip geçeceğiz. Öyle değil mi?
En doğrusu, öyle olmaması gerekir. Yukarıda dediğimiz gibi asıl zorluk tatbiktedir. Bir adam felsefeyi yutsa yine hakim olamaz. Hakim odur ki hikmetin hükümlerini olaylara tatbik edebile. Tıpkı tabip gibi ki başka birisine verecek olsa öldürücü zehir yerine geçecek olan bir ilacı, bir hastalığa tatbik ederek şifa ile sonuçlandırabilir. Yani hastalığı ve devayı bilmek tabiplik değildir. Bir vücutta hangi hastalık olduğunu bilip ona bir tedavi uygulamak tabipliktir. Yine iyi ve kötüyü bilmek ve iyi ile kötünün ıslah ve tadilini de bilmek hikmet değildir. Her meselenin fenalığının neresinde ve neden ibaret olduğunu teşhis edip onu ıslah edecek tedbir bulmak hikmettir.
Bazı kere tabibe “hekim” derler. Zannımıza kalırsa hakime dahi “tabip” dememeli. Aralarında şu fark vardır ki tabip vücudu tedavi eder hakim ise ruhu!
Bizim üstü başı temiz olan efendinin hikmetten haberdar olduğunu, Şehlevend’e söylediği azarlayıcı söz anlattı. Fakat yukarıdaki ölçülerden dahi kendisinin hakim ve ruhu tedavi eden bir hekim olmadığını anladık. Çünkü sarf ettiği hikmet, bir ruhani deva ise de o devaya muhtaç olan hasta Şehlevend değildi. Binaenaleyh sözü geçen deva Şehlevend’e şifa vermeyip onu âdeta zehirledi. Hem de ne zehir! Acısı -avam tabirince- burnundan değil, gözlerinden geldi!
“Öyleyse dilenmem de! Zaten ölüme razı olmadık mıydı? Bugün de aç kalarak bu akşam… Nihayet yarına kadar açlıktan…” diye yine dün geceki fikrini yineledi. Bu cesurca azim ve dünyanın türlü saadeti ve insanların her bakımdan merhamet ve insaniyetleri aleyhine ümitsiz bir nefret ile kalktı, cenaze namazgâhındaki validesinin yanına geldi. Zavallı kadıncağız! Gerçekten cenaze olmasına hiçbir şey kalmamıştı. Kızını görünce başını kuru hasır üzerinden güç bela kaldırıp dedi ki: “Ne haber Şehlevend?”
Kız: “Kimden ne haber anacığım? Neden ne haber?”
Ana: (gözlerinden iki kaynar yaş yuvarlanarak) “Hiç!.. Bir haber getirdin zannettim.”
Kız: “Bir taraftan bir haber beklediğimiz var mıydı?”
Ana: (başını, yani yüzünü kıza göstermemek için öte tarafa dönerek) “Ben öyle zannettim.”
Validesini bu hâlde gören hamiyetli bir kız olur? Bu valideyi kurtarmak lazım, kurtarmak! Onun için dilencilik yapmak, pek küçük kalır…
Hayır! Pek küçük kalmaz. Pek büyüktür! Bu valideyi kurtarmak ne kadar büyük bir vazife ise dilencilik dahi o kadar güç bir iştir.
İşte bu güçlüğe dahi katlanmak karar ve gayretiyle kız kalktı. Gözlerini silerek cami kapısına vardı. Öğle ezanı da okunmuştu. Camiden çıkmakta bulunan cemaatin merhamet ve mürüvvet semeresi olan lütfuna yarım saat kadar eli açık boynu bükük beklediği hâlde, eline ancak bir ekmek alacak kadar para geçirebildi.
Ne fütuhat!.. Ne zafer!.. Acaba Şehlevend ömrü boyunca bu kadar büyük bir servete nail olmuş muydu?
Hemen ekmekçiye koştu. Bir ekmek aldı. Ekmeği iki eliyle yakalayıp validesine götürdü.
Lakin ne fayda? Dertli insanın içinde baklavaları, börekleri kabul edecek iştah bulunmadığı hâlde kurumuş kalmış olan boğazdan kuru ekmek geçer mi?
Kadıncağız bir lokma ekmek koparıp ağzına attıysa da çiğnedikçe lokma büyüyüp ta boğazına sığmayacak dereceyi buldu… “Aman bir kaşık sıcak çorba!” diye mahzun mahzun kızının yüzüne baktı.
Bereket versin ki kızda hüznünü arttıracak bir tavır görmedi. Bilakis kız tam bir cüretle kalktı. Ekmeği eline alıp caminin bahsi geçen namazgâhının karşısında bulunan muvakkithane kapısından çıktı. Lakin kızın cüreti kapıdan çıkıncaya kadar idi. Ondan sonra her adım attıkça cüreti eksilerek kapı içi yanında bulunan işkembe çorbacısına ancak varabildi. Şu kadar var ki bu dükkânın önünde şekerci dükkânının önündeki gibi durmuyordu. Çünkü şekerci dükkânına dilenmeye gitmişti. Buraya ise alışverişe gelmişti.
Yani az bir çekingenlikle “Çorbacı! Sana şu ekmeği vereyim bana iki kaşık çorba verir misin? Şurada cami içinde valideme içireceğim.” dedi. Herif kızın gösterdiği ekmeği, iki kaşık çorbadan daha değerli görerek ve bu alışverişte kârlı çıkacağını hesap ederek çorbayı vermeye razı olduysa da camiye kadar çanağını göndermeye emniyet edemedi. “Çanak için de beş para bırakmalı.” dedi. Kız “Beş param olsa bırakırdım.” cevabını verince “Ananı buraya getir.” dedi. “Anam hastadır. Gelemez ki getireyim. Üzerimde de para eder hiçbir şey yok ki rehin bırakayım, istersen çırağını beraber ver de çanağı ona teslim edeyim.” demiş ve bu konuda dilenircesine bir hayli ricada dahi bulunmuş ise de çorbacı bu kadar küçük bir iş için çırak gönderemeyeceğinden bahisle kızı kovmuştu.
Şehlevend çorbacı tarafından reddedilmesi üzerine mahzun olup gitti mi zannedersiniz? Henüz mahzun olmadı. Validesinin hayatı için halis deva iki kaşık çorba olduğundan onu almaksızın giderse asıl o zaman mahzun olacaktı.
Ne yazık ki işte bu mahzuniyet dahi fazla gecikmeyip ortaya çıktı. Kız belki çorbacının merhametini kazanırım diye kapının önünde boynunu büküp dururken çorbacı, kızın hâlâ kapıda ve kendi tabirince miskin miskin durduğunu görünce bu defa daha kızıp köpürerek “Haydi oradan haydi! Satılık çorba yok! Satılık çorba var ama değiş tokuş edecek malım yok! Çekil kapının önünden. Geleni gideni rahatsız etme!” dedi ki işte Şehlevend bu hakareti bir türlü havsalasına yediremeyip ağlayarak -hem de hüngür hüngür ağlayarak- gözlerini semaya dikti!..
Bu aralık çorbacı dükkânından kukuletasını sarık gibi başına sarmış aba poturlu, mavi çuka saltalı bir Laz çıkıp “Çorbacı şu kız için büyücek bir çanak çorba hazırla! Terbiyesi filanı güzel olsun! Çanağı da benden iste!” dedi. Çorbacı böyle bir emri nasıl telakki eder? “Peki! Başüstüne Mehmet Ali Ağa!” deyip ölçülü takırtılarıyla işe başladı ki bu emir ve emrin yerine getirilmesi, derhâl kızcağızın rengini değiştirmiş ve yüzünü güldürmüştü.
Yahu! Ne kadar da olsa dünyada yine göğsü imanlı adamlar vardır. Bak Mehmet Ali Ağa’ya… СКАЧАТЬ