Hatıralar. Ebubekir Hâzim Tepeyran
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hatıralar - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 9

Название: Hatıralar

Автор: Ebubekir Hâzim Tepeyran

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-121-802-1

isbn:

СКАЧАТЬ başka paşa, iki seneden ziyade süren bir iş daha bulmuştu. Haftada iki geceyi de eski Arap âlimlerinden Keşşaf’ın “Muhâdarât” kitabından manzum, mensur güzel sözler seçerek tercüme ile gazeteye tefrika ediyorduk. Seçim birlikte yapılıyordu. Ben tercüme ediyordum, paşa karşılaştırıp tashih ediyordu. Hatta bu tercümelerden birinde “bahîl” kelimesini “pinti” diye çevirmiştim: Ertesi gün gazetenin tirajı yarıyı geçtikten sonra paşa fevkalade telaşla makineyi durdurttu. Pinti sözü meşhur “Pinti Hamit” hikâyesini hatıra getirir düşüncesiyle kelimeyi “hasis”e çevirdi ve basılmış 1500 nüshadaki “pinti”leri birer birer kazıtarak düzelttirdi. Galiba o yıllarda “Ahterî-i Kebîr” isimli lügat kitabında “Ebu Hamit” kelimesi “ayı denilen canavar” diye tercüme edilmiş ve kitap İstanbul’da toplattırılmıştı. Herhâlde paşa bundan kuşkulanmış olsa gerektir.

      Hem çok, hem de paşanın her işte vesvese derecesine varan itinasından dolayı ağırlaşan vazifeler, Fransızcaya çalışmak için bana ancak geceleri bir saat zaman bıraktığından, birer saat de uykularımdan kesmek zorunda kaldım. Halil Edip’in gönderdiği kitaplardan, tabi olduğu üzere, en evvel gramere başladım: O vakit Arap gramerlerine ait bilgim kuvvetlice olduğundan Fransız gramerine ait bilgileri kolaylıkla öğrenebiliyordum. Birkaç ayda bunu bitirdim. O sıralarda merhum Beşir Fuat’ın neşrettiği daha mufassal gramerden çok faydalandım. Bazı sigalarla (kip) kaideye uymayan fiilleri cep defterime yazarak ara sıra bakmak suretiyle ezberledim. Diğer üç kitabımdan birini tercih ile muntazaman okumaya cesaret edemeyerek, gramer okurken ara sıra bunları da karıştırıyor, bilhassa “Şiir Hazineleri”ndeki kısa manzumeler üzerinde biraz durarak, kendisiyle konuşmak istediğim hâlde dilini bilmediğim sevimli bir yabancı ile karşılaşmış gibi oluyordum. Nihayet, bu kitaplardan birine başlayarak lügate baka baka okumaya karar verdim. Fakat hangisine başlamalı? Paul et Virginie, küçük formada, pek ufak harflerle basılmış olduğu için hecelemek zor geldi. Kıtası ve harfleri büyük olan Graziella’ya başladım. Paul et Virginie sade bir hikâye olduğu hâlde, Lamartine’in yüksek bir üslup ile yazılmış olan kitabına, bilmeyerek başlamış oldum. Cehalet cezası olarak anlamak güçlüğüne rağmen devam ettim.

      Kelimelerinin belki onda birini bile bilmediğim ilk yarım sayfayı zorlukla okudum. Bazen hem lügate bakmak, hem de gramere müracaat etmek ihtiyacı da hasıl oluyordu. Bu suretle okuduğum sayfalar çoğaldıkça lügate bakmak mecburiyeti azalıyordu. Her cümlenin manasını anlar gibi oldukça büyük bir kale fethetmişçesine seviniyordum. Lügat yardımıyla kitap okumak cüreti bana Abdurrahman Paşa’dan geçti sanırım. Çünkü o, yıllardan beri abone olduğu Le Temps gazetesini en ziyade lügat yardımıyla okurdu. Mamafih siyasi mevzularda kullanılan Fransız kelimelerinden birçoğunu bilirdi. Graziella’da lügate baktığım kelimelerin Türkçelerini sayfa kenarına yazmış olduğumdan, bu kitabın yarılarına kadar devam eden bu müracaat, sayılarak, her sayfada ortalama kırk defa lügate baktığım anlaşılmıştı.

      Fransızcayı ilerletmek için İzmir’den daha uygun bir muhit olamazdı. Fakat ben, birçok vazifelerle gece gündüz meşgul olduğumdan, her kimse ile görüşmek fırsatını pek az bulabiliyordum. Aziz dostum Uşşakîzade Halit Ziya Bey oradaki Osmanlı Bankası şubesinde kâtipti. İlk fırsattan istifade ederek, vilayetin ecnebi işleri başkâtipliğine tayini için delalet ettim. Yakın bir gelecekte müdür olmasına çalışacaktım. İzmir’de Fransızcayı iyi bilen ve Türkçede olduğu gibi bu dili de pek itinalı söyleyen bir gençti. Fransızcada kendisinden çok yardım göreceğimden memnun olmakta iken, kısa bir müddet sonra tütün rejisinden teklif olunan bir memuriyeti kabul ederek İstanbul’a gitmesi beni çok meyus etti. Bu sebeple İzmir’de ve sonra yine Abdurrahman Paşa’nın arkasından vali muavinliğiyle gittiğim Edirne’de arttıkça artan vazifelerden dolayı Fransızcam büsbütün bırakılmış değil idiyse de, Kastamonu’daki derecesinden pek az yükseltebildim. İki sene sonra Dedeağaç’a mutasarrıf oldum.

      Birkaç ay sonra mutasarrıf muavinliğine tayin olunarak oraya gelen Kalaisaki isimli ihtiyar Rum, arayıp da bulamadığım âlim bir adamdı. Fransızca ve Latinceyi tamamıyla bilmesinden başka Türkçeyi de oldukça iyi konuşuyor ve anlıyordu. Canlı bir şiir hazinesiydi. Bu dillerin Türkçeden gayrı olanlarında birçok manzumeleri su gibi ezbere okurdu.

      Ben, Fransızca yazmayı hiç hatıra getirmemekle beraber, üç kelimeyi birleştirerek söyleyemediğim gibi bunları doğruca ve kolaylıkla telaffuz edemiyor, başkasının söylediklerini ise hiç anlayamıyordum. Çünkü daima sessiz okuduğum için kelimeleri yalnız gözlerim tanıyor, dilim ise kolaylıkla dönmüyordu.

      Kalaisaki’nin Fransızcaya vukufu anlaşılınca, kendisinden istifade hususunda acele ederek, bu dile nasıl başladığımı, nasıl çalıştığımı anlattım. Beni gramerden imtihan etti. Kendisinden ders almaya muhtaç olmadığımı, fakat en yüksek kelimelerden tahminen iki üç bin kelime bilip de konuşmada kullanılan bayağı sözleri bilmediğime ve kulaktan anlamadığım gibi kelimeleri kolayca telaffuz etmediğime şaşarak:

      “Sizin için yapılacak şey…” dedi. “Dili söylemeye ve kulağı anlamaya alıştırmak üzere Fransızca konuşmak ve şiir ezberleyerek daima yüksek sesle okumaktır.”

      Kendisinin ezber bildiği manzumelerden birkaçını yazarak bana verdi. Benim bunları yazıp bir iki defa okumayla ezberlediğimi görünce, manzumelerin sayısını arttırdı. Ezberlediğim şeylere mahsus olarak dilim ve kulağım biraz yola gelir gibi oldular. Fakat söylemek istediğim sözleri söylerken cümlelerin tertibini koruyordum. Hiçbir şey yazmak tecrübesinde bulunmayarak, bir buçuk sene kadar bu suretle yalnız okumaya ve ezberlediğim şiirleri tekrara devam ettim. Çünkü bir gün gelip de nazım değil nesir bile yazabileceğimi hiç ummadığım için yazı egzersizlerini boşuna zahmet sayıyordum.

      Konya’dan Kastamonu’ya

      1885 Şubat’ının on yedisinde, şiddetli bir poyraz, yerdeki karları savururken Konya’dan ayrıldım.

      Bindiğim araba, o zamanlarda “Tatar arabası” denilen, kaba hasır ve Amerikan beziyle örtülmüş, yaysız bir yük arabasıydı.

      Konya’dan Niğde’ye, en kestirme yol olan İsmail, Karapınar ve Ereğli yoluyla mahfe veya hayvan sırtında, altı yedi günde gidilirken, Tatar arabaları, bu mesafeyi dört günde aldıkları için, onlara “Hasret kavuşturan!” derlerdi. Konya’da, Bursa’da arabacılık, şekercilik vesaire bazı sanatları, 1878’deki meşum harpte Rus istilasına uğrayan memleketlerimizden hicret eden Türkler ve Tatarlar getirmişlerdi.

      Yedi ay evvel, yani temmuz ayında izinli olarak Niğde’ye giderken, daha kestirme diye tuttuğumuz bu yolda başımızdan geçenler bende unutulmaz intibalar bırakmıştır.

      O zaman, Konya’dan çıktığımız günün ertesi öğle zamanında vardığımız bir köyde hiç kimseyi bulamayarak, ben araba içinde yemek; araba beygirleri, koşumları çözülmeksizin başlarına takılan torbalarda saman yerken, hiçbir şey düşünmeyerek arabadan indim. Yemeği bir duvarın gölgesinde tamamlıyordum. Bir aralık araba beygirleri kulaklarını oynatıp torbalarını sallayarak birbiriyle şakalaşmaya başladılar. Fakat bu şaka birdenbire ciddi ve tehlikeli bir şekil aldı. Galiba arabaya koşumlarla bağlı olduklarını unutarak birbiriyle bir koşu müsabakası yapmaya kalkıştılar. Köyün önündeki çok geniş sahada iki üç devir yaptılar. İlk devirde araba devrildi. Onlar arabayı sürüklemeye devam ettiler. Tekerlekler fırladı; arabanın üstü uçtu, bizim eşyanın her biri bir yerde kaldı. Nihayet arabacı, uşak, zaptiye zorlukla durdurabildiler.

      Kılavuzluk СКАЧАТЬ