Название: Alice Harikalar Diyarında
Автор: Льюис Кэрролл
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-956-1
isbn:
1
TAVŞAN DELİĞİNDEN AŞAĞI
Alice, tahta kanepede, ablasının yanında hiçbir iş yapmadan oturmaktan iyiden iyiye sıkılmaya başlamıştı. Gözleri ablasının okuduğu kitaba iki kez kaymıştı ama bu kitapta da ne resim vardı ne de konuşma… Alice: “Resimsiz ve konuşmasız kitap da ne işe yarar?” diye geçirdi içinden.
Derken: “Papatyalardan bir çelenk yapsam, kalkıp papatya toplasam acaba zahmete değer mi?” diye düşünmeye başladı. Ama bu da pek fazla sürmedi; çünkü sıcak hava onu sersemletmiş, uykusunu getirmişti. Tam o sırada, pembe gözlü, beyaz bir tavşan yanı başından koşarak geçti.
Bunda şaşılacak bir şey yoktu; Alice, tavşanın kendi kendine: “Eyvah, çok geç kalacağım…” diye söylenmesini de tuhaf bulmadı. Daha sonra bu olayı hatırladığı zaman, nasıl olup da tavşanın konuşmasına şaşırmadığını merak edecekti.
Tavşan, bu kadarla da kalmayıp yelek cebinden bir saat çıkarıp saate baktıktan sonra aceleyle yoluna devam edince Alice ayağa fırladı; çünkü o güne kadar ne yelek giyen ne de yelek cebinden saat çıkaran bir tavşana rastlamıştı. Küçük kız, merak içinde, hayvanın arkasından tarlada koşmaya başladı. Tam zamanında yetişip onun çitin kenarında kocaman bir tavşan yuvasına daldığını gördü. Buradan tekrar nasıl çıkacağını hiç düşünmeden tavşanın peşinden deliğe girdi.
Delik, önceleri dümdüz bir tünel gibiydi; ama sonradan dimdik bir kuyu hâlini alıverdi. Alice, aşağıya düşmekten korunmak için ne yapacağını düşünmeye bile fırsat bulamadan boşluğa kayıverdi.
Artık ya kuyu çok derindi ya da Alice pek yavaş düşüyordu; çünkü küçük kız, bu arada düşünmeye, başına neler geleceğini hesaplamaya da bol bol vakit buldu. Önce aşağıya bakıp nereye gittiğini anlamak istedi ama içerisi öyle karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordu. Sonra kuyunun duvarlarına baktı. Hayret! Duvarlar; dolaplar ve kitap raflarıyla doluydu. Ötede beride çivilerde asılı haritalar, resimler gözüne çarptı. Raflarda duran kavanozlardan birini aldı; üzerindeki etikette “portakal reçeli” yazılıydı ama ne yazık ki kavanoz bomboştu. Alice, kavanozu elinden yere atmayı düşünürken birden aklına; “Ya bu kavanoz aşağıda birinin başına düşerse ne olacak?” düşüncesi geldi. Elini çabuk tutup kavanozu yerine bırakıverdi.
Alice bir yandan da “Eh,” diye düşünüyordu. “böyle bir düşüşten sonra artık merdivenlerden yuvarlanmak, bana vız gelir. Evde herkes benim cesaretimi övecektir mutlaka. Bundan sonra evin damından aşağı bile düşsem aldırış etmem.”
İn babam in… Bu düşmenin hiç sonu gelmeyecek miydi? Yüksek sesle, “Acaba şimdiye kadar kaç kilometre yuvarlandım?” diye söylendi. “Sanırım dünyanın merkezine yaklaşmışımdır. Dur bakayım, galiba yedi bin kilometre kadar bir şey olacak. Evet, gittiğim yol aşağı yukarı bu kadar. Fakat bulunduğum yerin boylamı ve enlemi nedir?” (Alice’in enlem ve boylam hakkında en küçük bir fikri dahi yoktu. Fakat bunlar kulağa hoş gelen sözler, diye düşünüyordu.)
Biraz sonra tekrar kendi kendine konuşmaya başladı: “Acaba dünyanın bir ucundan öbür ucuna gidebilecek miyim? Baş aşağı yürüyen insanların arasına katılmak ne komik olacak. Onlara ülkenin adını sormam gerekecek. ‘Efendim, burası Yeni Zelanda mı yoksa Avustralya mı, lütfen söyler misiniz?’ diyeceğim. Bunu sorduğum için de beni kim bilir ne kadar cahil bir kız sanırlar. Yok yok, sormak asla doğru olmaz. Belki bir yerde yazılıdır da görürüm.”
İn babam in… Alice, yapacak başka bir şey bulamadığı için gene kendi kendine konuşmaya başladı: “Bu gece kedim Dinah beni kim bilir nasıl da arayacaktır. Umarım çay saatinde ona bir tabak süt vermeyi unutmazlar. Dinah, canımın içi, keşke sen de burada benimle beraber olabilseydin. Havada fare bulunmaz ama bir yarasa yakalayabilirdin.Zaten o da fareye çok benzer. Peki ama kediler yarasa yerler mi? İşte bunu çok merak ediyorum.”
Alice’in yavaş yavaş uykusu gelmeye başlamıştı. Kendi kendine uykulu uykulu mırıldandı:
“Kediler yarasa yer mi, kediler yarasa yer mi?” Arada bir de sözü değiştirip: “Yarasalar kedi yer mi?” diye soruyordu. Çünkü anlıyorsunuz ya, soruların ikisine de cevap veremediği için aradaki farkın onun için bir önemi yoktu. Alice bir an uyukladığını hissetti, hatta rüyasında kedisiyle el ele yürüdüğünü, ona ciddi ciddi: “Dinah, doğru söyle, sen hiç yarasa yedin mi?” dediğini bile gördü. İşte tam bu sırada bir çatırtı koptu. Bir dal ve kuru yaprak yığınının üzerine düşmüştü. Yani artık iniş sona ermişti.
Alice’in canı hiç acımamıştı. Hemen ayağa fırladı. Başını yukarı kaldırdı; fakat yukarısı kapkaranlıktı. Önünde ikinci bir uzun geçit vardı. Beyaz tavşan geçitte hâlâ acele acele koşuyordu. Kaybedilecek bir saniyesi bile yoktu. Alice, rüzgâr gibi uçarak tavşanın peşinden gitti ve hayvanın bir köşeyi dönerken: “Vay bıyıklarım, sakallarım ne kadar da geciktim…” dediğini duyabildi. Köşeyi döndüğü zaman tavşana iyice yaklaşmıştı; fakat hayvan artık görünmüyordu ki. Alice kendini uzun, sadece tavandan sarkan bir sıra lambayla aydınlatılmış, alçak bir sofada buldu.
Sofanın her yanı kapıyla doluydu ama hepsi de kilitliydi. Alice, bütün kapıları teker teker açmaya çalıştı. Sofayı boydan boya gezdikten sonra bir daha dışarı nasıl çıkabileceğini acı acı düşünmeye başladı. Birden camdan yapılmış, üç ayaklı bir masanın önüne geldi. Masanın üzerinde minik bir altın anahtardan başka bir şey yoktu. Alice’in ilk aklına gelen şey bu anahtarın kapılardan birini açabileceği düşüncesi oldu; ama yazık ki, ya kilitler çok büyüktü ya da anahtar çok küçüktü. Her nedense, anahtar hiçbir kapıyı açmıyordu. Sofayı ikinci gezişinde, daha önce farkına varmadığı alçak bir perdenin önüne geldi. Perdenin arkasında da küçük bir kapı vardı. Altın anahtarı bu kapının kilidine soktu ve nasıl olduysa anahtar kapının kilidine uydu. Bunu görünce de çok sevindi.
Alice kapıyı açtı; buradan, fare deliğinden farksız gibi görünen bir geçide girildiğini anladı. Diz çöküp sofadan şimdiye kadar gördüğünüz bahçelerin en güzelini seyre daldı. Bu karanlık sofadan kurtulup o renk renk çiçekler, o serin serin pınarlar arasında gezinmeyi ne kadar da çok istiyordu. Ama kapıdan başını bile çıkaramıyordu ki zavallı Alice! “Başım geçse de,” diye düşündü. “omuzlarım olmadan bir işe yaramaz ki… Ah, Tanrı’m ben de gemici dürbünü gibi uzayıp kısalabilseydim… Hoş, bu konuda biraz bilgim olsaydı, o işi de başarırdım ya…”
Tavşanla karşılaştığından beri öyle akıl almaz şeylere şahit olmuştu ki Alice, artık yapılması gerçekten imkânsız pek az şeyin bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.
Küçük kapının önünde durmakta bir yarar olmadığı belliydi. Bu nedenle, masanın başına döndü. Orada başka bir anahtar ya da hiç olmazsa dürbün gibi kısalabilmenin yöntemlerini öğreten bir kitap bulacağını ümit ediyordu. Bu kez, masanın üzerinde küçük bir şişe gördü. Alice içinden “Daha önce bu şişe burada değildi,” diye geçirdi. Şişenin boynuna bir etiket asılmıştı. Üzerinde de iri harflerle “BENİ İÇ” sözleri yazılıydı.
“Beni iç” demesi kolaydı ama Alice iyice düşünüp taşınmadan o şişenin içindekini lıkır lıkır içemezdi. Önce zehirli olup olmadığını araştırması gerekiyordu. Üzerinde “zehirlidir” işareti bulunan bir şişenin içindekinden içilirse bunun mutlaka sağlığa zarar vereceğini öğretmişlerdi ona.
Bu şişenin üzerinde “zehirlidir” işareti yoktu; bu nedenle de Alice şişenin içindekini tatma cesaretini gösterdi, tadı da pek hoşuna gittiği için şişenin içindekini hemencecik içip bitirdi. İçtiği şeyde kirazlı pasta, ananas, hindi kızartması, tereyağlı kızarmış ekmek ve karamela tadı vardı.
AIice, “Ne garip,” dedi. “Sanki gemici dürbünü gibi küçülüyorum.”
Gerçekten de öyleydi; artık boyu iyice kısalmıştı. O sevimli СКАЧАТЬ