“Ben de seninle geleceğim.”
“Annemle kalmalısın. İkimiz de onu bırakırsak ölür kadın.”
Kızın yüzündeki ışıltı söndü.
“Evet, evet! Ama gitmek zorunda mısın? Eğer düşündüğün buysa, tüccar olmak için ihtiyaç duyacağın her şeyi burada, Kudüs’te de öğrenebilirsin.”
“Ama aklımdaki bu değil. Yasalar bir oğlun babasının mesleğini yapmasını şart koşmuyor.”
“Başka ne olacaksın peki?”
“Asker.” diye cevap verdi, sesinde bir gurur tonuyla.
Kızın gözleri doldu.
“Ölürsün.”
“Tanrı öyle istiyorsa, olsun. Ama Tirzah, askerlerin hepsi ölmüyor ya.”
Kız sanki onu gitmekten alıkoyuyormuş gibi kollarını ağabeyinin boynuna doladı.
“Burada ne kadar da mutluyuz! Evde kal, ağabey.”
“Ev her zaman olduğu gibi kalmaz ki. Sen de çok geçmeden gideceksin.”
“Asla!”
Yahuda onun ciddiyetine güldü.
“Bir Yahuda prensi ya da kavimlerden birinin oğlu yakında gelip Tirzahcığımı isteyecek ve başka bir evin ışığı olsun diye onu alıp götürecek. O zaman bana ne olacak?”
Kız hıçkırıklarla cevap verdi.
“Savaş da bir meslektir.” diye devam etti delikanlı, daha büyük bir ciddiyetle. “İyice öğrenmek için insan okula gitmeli, Roma kampından iyi bir okul bulunmaz.”
“Roma için savaşmayacaksın ya?” diye sordu kız, soluğunu tutarak.
“Sen bile ondan nefret ediyorsun. Bütün dünya ediyor. İşte cevabım da tam burada saklı. Evet, onun için savaşacağım, o da karşılığında bir gün kendisine karşı savaşmayı öğretecek bana.”
“Ne zaman gidiyorsun?”
Geri dönen Amrah’ın ayak sesleri duyuldu.
“Şişt!” dedi Yahuda. “Ne düşündüğümü bilmesin.”
Sadık hizmetkâr kahvaltıyla içeri girdi ve tepsiyi önlerindeki sandalyeye yerleştirdi. Sonra kolunda beyaz peçeteyle onlara servis yapmak üzere bekledi. Parmaklarını su kâsesine batırıp yıkarlarken bir ses dikkatlerini çekti. Durup dinlediler ve evin kuzey tarafında, sokaktan gelen savaş şarkılarını duydular.
“Pratorium’un52 askerleri! Onları görmem lazım.” diye bağırdı Yahuda, sedirden fırlayıp giderken.
Kuzeydoğu duvarının siperlerine dayanıp bakarken öylesine dalmıştı ki yanına gelen Tirzah’ın elini omzuna koyduğunu bile fark etmedi.
Çevredekilerin en yükseği olan damdaki pozisyonları, daha önce valinin garnizonu ve askerî karargâhı olarak sözü edilen dev Antonia Kulesi’ne kadar bütün evlerin damlarına hâkimdi. Yer yer açık ve kapalı köprülerle bölünen ve genişliği üç metreyi geçmeyen sokak tıpkı diğer damlar gibi müziğin sesiyle toplanan çoluk çocuk, kadınlı erkekli bir kalabalıkla dolmuştu. Aslında buna pek müzik denemezdi; toplaşan insanların duyduğu şey daha ziyade, askerlerin kulaklarına hoş gelen borazanların ve lituilerin53 gürültüsüydü.
Kısa bir süre sonra askerler Hurların evinin damındaki iki gencin görüş alanına girdiler. İlk önce, geniş aralıklarla dizilip yürüyen hafif silahlı -çoğunluğu sapancı ve okçular- bir öncü birlik, sonra da Truva’daki düellolarda kullanılanlara benzer mızrakları ve büyük kalkanlarıyla ağır silahlı piyadeler geldiler. Arkalarında müzisyenler, at üstünde tek başına bir subay, onu yakından takip eden bir süvari birliği, onların arkasında birbirine yakın düzende ilerleyen yine ağır silahlı piyadeler sonu gelmez bir şekilde dar sokağı doldurdular.
Askerlerin kaslı kol ve bacakları, kalkanların sağa sola doğru uyumlu hareketleri, kemerlerin, zırhların ve miğferlerin parıl parıl yanan ışıltıları, uzun başlıkların üzerinde sallanan tüyler, flamaların ve demir başlı mızrakların salınışıyla aynı anda atılan cesur ve güvenli adımlar, ciddi ve tetikte tavırlar, görülen değil de daha ziyade hissedilen bir etki bıraktı Yahuda’nın üzerinde. Özellikle iki şey dikkatini çekmişti, uzun bir direğin üzerine yerleştirilen, açık kanatları tepesinde birleşmiş, yaldızlı kartal tasviri. Bu kartalın, kuledeki odasından çıkarıldığı zaman şerefle karşılandığını biliyordu.
Dikkatini çeken diğer bir şey de resmigeçidin ortasında tek başına ata binen subaydı. Başının çıplak oluşunun dışında tamamen zırhlara bürünmüştü. Sol kalçasına kısa bir hançer takmış, elinde rulo yapılmış beyaz bir kâğıda benzer bir asa taşıyordu. Eyer yerine mor bir örtü üzerinde oturuyordu, altın gem ve sarı ipekten, alt tarafı püsküllü dizginler atın süsünü tamamlıyordu.
Subay henüz uzakta olmasına rağmen, Yahuda onun varlığının ona bakan insanları öfkeli bir heyecana sürüklemeye yettiğini gördü. Siperlere abanıp ya da cesaretle doğrulup yumruklarını sallıyorlar, subay köprünün altından geçerken yüksek sesle bağırarak ona tükürüyorlardı; hatta sandaletlerini fırlatan kadınlar bazen isabet bile ettiriyorlardı. Subay yaklaştıkça bağırtılar daha da belirginleşti: “Zalim hırsız, Romalı köpeği! İsmail’i de alıp defol! Bize Hannas’ımızı geri ver!”
İyice yaklaşınca Yahuda onun askerlere özgü o muhteşem aldırmazlığı taşımadığını gördü. Kasvetli yüzü asıktı, ara sıra ona tepki gösterenlere yönelttiği tehdit dolu bakışları ürkekleri titretecek türdendi.
Delikanlı, Birinci Sezar’dan gelen bir âdet olduğu üzere, başkomutanların rütbelerini göstermek için başlarına defne dalından bir taç taktıklarını duymuştu. Bu işaretle subayın yeni Yahuda valisi Valerius Gratus olduğunu anladı.
Doğruyu söylemek gerekirse, Romalı, genç Yahudi’nin sempatisini kazanmıştı; adam evin tam köşesine yaklaştığı anda delikanlı onu görmek için duvara iyice abandı ve eli uzun zaman önce yerinden oynadığı hiç fark edilmeyen bir kiremide değdi. Elinin baskısı bu parçayı yerinden koparıp aşağıya düşürmeye yetti. Delikanlı dehşet içinde ürperdi. Kiremidi yakalamak için uzandı. Ama bu hareketi daha ziyade bir şey fırlatıyormuş görüntüsü veriyordu. Çabası boşa çıktı, düşen kiremidi daha fazla itmekten başka bir işe yaramadı. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Askerler yukarı baktılar, vali de öyle; o anda düşen parça valiye çarpıp onu ölü gibi yere serdi.
Aşağıdaki alay durdu; muhafızlar aceleyle atlarından inip valiyi kalkanlarının altına sakladılar. Olaya tanık olan insanlar, bu darbenin isteyerek yapıldığından hiç kuşku duymaksızın, duvarın üzerinde durup gördüklerinden dolayı donakalmış bir hâlde başına gelecekleri bekleyen delikanlıyı alkışlamaya başladılar.
СКАЧАТЬ
52
Romalı bir generalin kamp içindeki çadırı. (ç.n.)
53
Romalıların kullandıkları büyük ve kıvrımlı, nefesli bir çalgı. (ç.n.)