Kral başını eğdi, kem gözleri bilgenin yüzüne sabitlenmiş hâldeydi.
“İşte mesele bu.”
“O hâlde, ey kral, buradaki tüm kardeşlerim ve kendi adıma Yahudiye’nin Beytüllahim kentinde diyorum.”
Hillel sehpanın üzerindeki parşömene baktı ve titreyen parmağını kaldırarak devam etti: “Yahuda’nın Beytüllahim kentinde, çünkü peygamber tarafından böyle yazılmış: ‘Ey sen, Yahuda’daki Beytüllahim, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsin! Çünkü halkım İsrail’i güdecek önder senden çıkacak.’27”
Herod’un yüzü sıkıntılıydı, düşünürken bir yandan da gözleri parşömene takıldı. Onu seyredenler neredeyse soluk almıyorlardı, ne onlar konuşuyordu ne de Herod. Sonunda dönüp odadan çıktı.
“Kardeşlerim!” dedi Hillel. “Azledildik.”
Topluluk ayağa kalktı ve gruplar hâlinde çıktılar.
“Simeon!” dedi Hillel tekrar.
Ellilerinde ama canlı bir adam yanına geldi.
“Kutsal parşömeni alıp rulo yap, oğlum.”
Emir yerine getirildi.
“Şimdi bana kolunu uzat.”
Güçlü adam öne doğru eğildi, yaşlı adam pörsümüş elleriyle sunulan desteği alıp yerinden kalkarak yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü.
Böylece rektör ve bilgelik, öğreti ve hizmette takipçisi olan oğlu Simeon odadan çıktılar.
Aynı akşam bilgeler, hanın bir girintisinde uzanmış yatıyorlardı. Yastık görevi yapan taşlar başlarını yükseğe kaldırıyor, böylece açık kemerden gökyüzünün derinliklerine bakabiliyorlardı. Göz kırpan yıldızları seyrederlerken bir sonraki alameti düşünüyorlardı. Nasıl gelecekti? Ne olacaktı bu alamet? Sonunda Kudüs’teydiler; kapıda onu sormuşlardı; onun doğumuna şahitlik etmişlerdi; şimdi sadece onu bulmak kalıyordu geriye, bunun için de bütün inançlarını ruha bağlamışlardı. Tanrı’nın sesini dinleyen ya da cennetten bir işaret bekleyen adamları uyku tutmaz.
Onlar bu hâldeyken kemerin altından bir adam geldi.
“Kalkın!” dedi. “Size ertelenemeyecek bir mesaj getirdim.”
Hepsi kalkıp oturdular.
“Kimden?” diye sordu Mısırlı.
“Kral Herod’dan.”
Ruhlarının ürperdiğini hissettiler.
“Sen hanın kâhyası değil misin?” diye sordu Baltazar.
“Öyleyim.”
“Kral bizden ne istiyor?”
“Ona cevap verin.”
“Gelmemizi beklemesini söyle ona.”
“Haklısın, kardeşim!” dedi Yunanlı, kâhya gidince. Yoldaki insanlara ve kapıdaki muhafıza sorulan soru adımızı kötüye çıkardı. Ben sabırsızlanıyorum, hemen kalkalım.”
Kalkıp sandaletlerini giydiler, pelerinlerine bürünüp çıktılar.
“Sizi selamlıyor ve affınıza sığınıyorum, ama efendim kral sizi saraya davet etmem için gönderdi beni, orada sizinle özel bir görüşme yapacak.”
Haberci böylece görevini yerine getirmişti.
Girişte asılı lambanın ışığında birbirlerine baktılar, ruhun onlarla olduğunu biliyorlardı. Sonra Mısırlı, kâhyaya doğru gidip diğerlerinin duyamayacağı şekilde, “Avluda eşyalarımızın durduğu ve develerimizin dinlendikleri yeri biliyorsun. Biz çıktıktan sonra her şeyi ayrılmamız için hazır hâle getir, belki gerekebilir.”
“Huzur içinde gidebilirsiniz; bana güvenin.” diye cevap verdi kâhya.
“Kralın isteği bizim isteğimizdir.” dedi Baltazar haberciye. “Arkandan geliyoruz.”
Kutsal Şehir’in sokakları o zaman da şimdiki gibi daracıktı, ama pürüzlü ve kirli değildi. Güzellikle yetinmeyen büyük inşaatçı temizliği ve rahatlığı da sağlamıştı. Yol göstericilerinin peşine düşen kardeşler tek kelime etmeden ilerlediler. İki taraftaki duvarların daha da solgunlaştırdığı loş yıldız ışıklarında, bazen evlerle bağlantılı köprülerin altında neredeyse kaybolarak bir tepeye çıktılar. Sonunda yolun karşısına dikilen bir kapıya geldiler. Önündeki iki büyük mangalda yanan ateşlerin ışığında sarayı ve kıpırdamadan silahlarına dayanan muhafızları gördüler. Bir binaya girdiler. Sonra geçitler, kemerli salonlar, avlular, hepsi aydınlatılmamış sütunlardan geçip merdivenleri çıktılar, sayısız dehliz ve odadan geçip yüksekçe bir kuleye getirildiler. Yol göstericileri birdenbire durdu, açık bir kapıyı işaret ederek, “Girin. Kral orada.” dedi.
Odanın havası sandal ağacı parfümüyle ağırlaşmıştı, içerisi konforlu bir şekilde döşenmişti. Orta yere püsküllü bir halı serilmiş, onun üzerine de taht konmuştu. Ziyaretçiler, oymalı ve yaldızlı sedirleri ve kanepeleri, müzik aletleri, kendi ışıklarıyla ışıldayan altın şamdanları, bir kez bakınca bir Ferisi’nin başını korkuyla saklamasına neden olabilecek kadar lüks Yunan tarzında boyanan duvarlarıyla bu yer hakkında bir fikir edinecek zamanı buldular. Tahtında oturarak onları karşılayan Herod din bilginleri ve avukatlarla yapılan toplantıdaki kıyafetler içindeydi.
Davetsizce ilerledikleri halının üzerinde secde ettiler. Kral bir çana dokundu. Bir hizmetli içeri girip tahtın önüne üç tane tabure koydu.
“Oturun.” dedi hükümdar, incelikle.
“Bugün…” diye devam etti, hepsi oturunca. “Kuzey Kapısı’ndan sanki uzak diyarlardan geliyormuş gibi görünen, meraklı üç yabancının girdiği haberini aldım. Siz onlar mısınız?”
Yunanlı ve Hintliden işaret alan Mısırlı en içten selamla cevap verdi: “Ünü bir tütsü gibi dünyaya yayılan bizden başkası olsa bizi çağırtmazdınız, kudretli Herod. O yabancılar biziz, hiç kuşkusuz.”
Herod elini sallayarak konuşmayı onayladı.
“Kimsiniz siz? Nereden gelirsiniz?” diye sordu ve önemle ekledi. “Her biriniz kendi adınıza konuşun.”
Sırayla doğdukları şehirlerden, Kudüs’e gelirken geçtikleri yollardan söz ederek kendilerini tanıttılar. Hayal kırıklığına uğrayan Herod onları sıkıştırdı.
“Kapıdaki subaya sorduğunuz soru neydi?”
“Yeni doğan Yahudi Kralı’nın nerede olduğunu sorduk.”
“İnsanların neden o kadar meraklandıklarını şimdi anlıyorum. СКАЧАТЬ
27
Kutsal Kitap: Matta 2: 6. (ç.n.)