Ben-Hur. Lew Wallace
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ben-Hur - Lew Wallace страница 16

Название: Ben-Hur

Автор: Lew Wallace

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-121-953-0

isbn:

СКАЧАТЬ yaşıyorsun.”

      “Taraftarlarının onun Mesih olduğunu söylediklerini duydum.” dedi Yusuf.

      O anda kadının örtüsü kenara çekilip bir an için yüzü açıkta kaldı. Hahamın gözleri ona doğru çevrildi ve yoğun bir ilgiyle parlayan, sonra da yanaklarına ve alnına kırmızılık yayılan nadir güzellikteki yüzü görecek zamanı buldu. Ve örtü tekrar yerine geri çekildi.

      Politikacı nerede kaldığını unuttu.

      “Kızın çok alımlı.” dedi, sesini alçaltarak.

      “O benim kızım değil.” diye tekrarladı Yusuf. “Beytüllahimli Yohakim ve Anna’nın kızı, çok ünlüler, mutlaka duymuşsundur…”

      Nasıralının hızlı açıklamasını duyunca hahamın merakı daha da arttı.

      “Evet.” dedi, saygılı bir şekilde. “Biliyorum onları. Davut’un soyundan geliyorlardı. Çok iyi tanırdım.”

      “Öldüler.” diye devam etti Nasıralı. “Nasıra’da öldüler. Yohakim varlıklı değildi, kızları Marian ve Meryem arasında pay edilecek bir ev ve bahçe bıraktı sadece. O da bu kızlardan biri. Yasa gereği kendi payını koruması için yakın akrabadan biriyle evlenmesi gerekiyordu. Benimle evlendi.”

      “Demek sen de…”

      “Onun amcasıyım.”

      “Evet, evet! İkiniz de Beytüllahim’de doğduğunuz için Romalılar onu da sayılmak üzere oraya götürmek zorunda bırakıyor seni.”

      Haham ellerini kavuşturup öfkeyle gökyüzüne bakarak, “İsrail Tanrı’sı hâlâ yaşıyor! Bu onun intikamı!” dedi.

      Bunu dedikten sonra birdenbire dönüp uzaklaştı. Yusuf’un şaşkınlığını gören yakınlardaki bir yabancı, sakin bir sesle, “Haham Samuel bir Zealot’tur.19 Yahuda kendisi bile ondan daha hiddetli değil.”

      Adamla konuşmak istemeyen Yusuf duymamış gibi yaparak eşeğin etrafa saçtığı otları küçük bir yığın hâlinde topladı, sonra tekrar bastonuna dayanıp bekledi.

      Bir saat sonra ikili, kapıdan geçip sola dönerek Beytüllahim yolunu tuttular. Hinnon Vadisi’ne iniş engebeli ve yer yer dağılmış yabani zeytin ağaçlarıyla süslüydü. Nasıralı elinde eşeğin dizginleri kadının yanında dikkatle ve nazikçe yürüyordu. Sol taraflarında Sion Dağı’nın etrafından güneye ve doğuya uzanan şehir duvarları yükseliyor, sağ taraflarında ise vadinin batı sınırını oluşturan sarp çıkıntılar yer alıyordu.

      Yavaş yavaş Gihon Nehri’nin aşağı göletini geçtiler, güneş tepenin gölgesini hızla küçültüyordu. Süleyman’ın havuzları üzerindeki kemerli köprülerin paralelinden ilerlediler ağır ağır, şimdilerde Kötü Nasihat Tepesi olarak anılan tepe üzerindeki köy evine kadar geldiler; oradan Rephaim ovasına çıkmaya başladılar. Güneş tüm parlaklığıyla bildik çevrenin taşlı yüzeyine vuruyordu. Onun etkisiyle Yohakim’in kızı Meryem örtüsünü tamamen indirip başını açtı. Yusuf ona, oradaki bir kampta Davut tarafından şaşkınlığa uğratılan Filistinlilerin hikâyesini anlattı. Ciddi bir yüz ifadesi ve sıkıcı bir adamın cansız tavrıyla bıktırıcı bir şekilde konuşuyordu. Kadın pek dinlemiyordu.

      İnsanoğlunun karada, gemilerin de denizde gittikleri her yerde Yahudilerin yüzü ve endamları tanıdıktır. Irkın fiziki görünümü hep aynıdır; ama yine de bazı bireysel farklılıklar vardır. “O kırmızı yanaklı ve güzel yüzlüydü.” Jesse’nin oğlu Samuel’in karşısına getirildiğinde işte böyleydi. O zamandan beri insanoğlu böyle tasvir ediliyordu. Şiirsel anlatım atalarının özelliklerini onun ünlü soyuna kadar getirir. Süleymanlarımızın yüzleri ve saçları açık renk, kestane rengi sakalları güneşte altın ışıltılıdır. Abşalom’un buklelerinin de bu şekilde olduğuna inandırıldık.

      Meryem on beşinden fazla değildi. Vücudu, sesi ve tavırları genç kızlıktan geçiş dönemini gösteriyordu. Yüzü oval, teni solgundu. Kusursuz bir burnu vardı ve hafif aralık duran dolgun dudakları ağzının hatlarına sıcaklık ve yumuşaklık katıyordu. Göz kapakları ve uzun kirpikleriyle gölgelenen iri gözleri maviydi. Hepsiyle uyumlu olan Yahudi gelinlerine özgü altın saçları oturduğu eyerin arkasına kadar özgürce dökülüyordu. Boynu sanatçıları bile kuşkuda bırakacak kadar nadir görülen bir yumuşaklıktaydı. Yüz hatlarının bu çekiciliğine, ancak ruhun açığa vurabileceği bir saflık ve elle tutulamaz şeylere özgü bir soyutluk gibi tarifsiz diğerleri de ekleniyordu. Titreyen dudaklarla, gözlerini gökyüzüne doğru kaldırıyor, sık sık ellerini tapınır ve dua eder gibi göğsünde kavuşturuyor, sanki kendisini çağıran bir sesi hevesle dinliyormuş gibi başını uzatıyordu. Zaman zaman Yusuf ağır ağır konuşmasının arasında ona bakmak üzere dönüyor, kadının yüzünü bir ışıkla alevlendiren ifadesini görünce lafını unutup başını eğerek yürümeye devam ediyordu.

      Büyük ovanın kenarından geçip sonunda Mar Elias’a ulaştılar; oradan vadinin karşısında, beyaz duvarları bir bayırı süsleyen, yapraksız meyve bahçelerinin üzerinde ışıldayan Beytüllahim’e, eski Ekmek Evi’ne baktılar. Orada durup dinlendiler, Yusuf kutsal yerleri gösterdi eliyle, sonra vadiden Davut’un güçlü adamlarının üstün başarılarından20 biri olan kuyuya doğru indiler. Daracık yer insanlar ve hayvanlarla doluydu. Bu kadar kalabalık olan kentte narin Meryem’e bir yer bulamayacağı korkusu sardı Yusuf’u. Gecikmeksizin Rahel’in türbesini işaretleyen taş sütunu aceleyle geçip yolda karşılaştığı hiç kimseyle selamlaşmadan bayırdan yukarı çıktı; köy kapılarının dışındaki kavşakta yükselen hanın kapısında durdu.

      IX

      BEYTÜLLAHİM’DE

      Handa Nasıralının başına gelenleri tam olarak anlatmak için okura Doğu hanlarının Batı dünyasındakilerden farklı olduğunu hatırlatmak gerekir. Acemcede han diye adlandırılırlardı ve en basit hâliyle etrafı çitlerle çevrelenmiş, barakasız ve evsiz, sıklıkla da kapısız ya da girişsiz alanlardı. Yer aldıkları bölgeler su bulunmasına, gölgelik ve korunaklı oluşlarına göre seçilirdi. Kendisine bir eş aramak için Padan-Aram’a giden Yusuf’un kaldığı hanlar da böyleydi. Bugünlerde benzerleri çölün durak yerlerinde de görülebilir. Öte yandan bazıları, özellikle de Kudüs ve İskenderiye gibi büyük şehirlerin arasındaki yollarda olanlar gösterişli yapılar, onları inşa ettiren kralların anısına dikilen anıtlardı. Bununla birlikte genel olarak, bir şeyhin halkını yönettiği idare merkezi niteliğindeki bir alandan başka bir şey değillerdi. Asgari kullanımları yolcuları barındırmak olan bu yerler, aynı zamanda pazar yerleri, fabrikalar, kaleler, tüccarların ve zanaatkârların toplanma ve konaklama yerleri olduğu kadar gezgin yayaların da barınaklarıydı. Bütün yıl boyunca duvarlarının ardında bir kentin günlük ticari faaliyetleri gerçekleştirilirdi.

      Bu hanların eşsiz yönetimleri Batılıları hayrete düşürecek nitelikteydi. Ne hancı vardı ne memur ne aşçı ne de mutfak; yönetimi ya da mülk sahipliğini temsilen kapıda bir kâhya vardı sadece. Gelen yabancılar kimseye hesap vermeden istedikleri kadar kalırlardı. Bu sisteme göre her gelen kendi yiyeceğini ve pişirme gereçlerini yanında getirmek ya da handaki satıcılardan almak zorundaydı. СКАЧАТЬ



<p>19</p>

Zealotlar, Celile Yahudileri tarafından MS 6’da Yahudiye’nin Roma İmparatorluğu’na katılmasına karşı direnmek üzere oluşturulan bir harekettir. Roma’ya muhalefet başlangıçta haraç ve vergi ödenmemesi şeklindedir, ama sonunda MS 70’te silahlı bir isyana dönüşmüş ve MS 73’te Zealotların masada da yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Yahuda’nın yolunu Zealotlarınkiyle karşılaştırmak Wallace’ın stratejisidir. (ç.n.)

<p>20</p>

O zamanlar Filistinlilerin elinde olan Beytüllahim kapılarındaki kuyudan su alınmasına ilişkin başarı 2 Samuel 23: 14-16’da tanımlanmaktadır.