Ndura. Ormanın Oğlu. Javier Salazar Calle
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ndura. Ormanın Oğlu - Javier Salazar Calle страница 6

Название: Ndura. Ormanın Oğlu

Автор: Javier Salazar Calle

Издательство: Tektime S.r.l.s.

Жанр: Приключения: прочее

Серия:

isbn: 9788835429838

isbn:

СКАЧАТЬ yılana doğru usul usul yürüdüm. Artık varlığımı mı sezmemişti yoksa beni görmezden mi geliyordu bilinmez, benimle hiç ilgilenmedi. Aramızda yarım metre kadar kalınca sopayı kaldırıp tüm gücümle kafasına vurdum. İlk darbeden sonra hâlâ dala yarı asılı kaldığından yere düşünceye kadar iki darbe daha indirdim. Sonra kafasını sopanın ucuyla kıstırıp sertçe yere bastırdım. Yılan kıvrım kıvrım kıvranıyor tıslamayı da kesmiyordu, bense dehşete kapılmıştım. Sopayla uzaktan vurmak için elimi biraz gevşetsem bana saldırabilirdi, diğer bir seçenekse biraz daha yaklaşıp bıçağı saplamaktı. Cesaretimi toplayıp yaklaştım ve yılanı sabit tutmak için kuyruğuna sertçe basarak yere mıhladım. Yere çökerek bıçağımı sürüngenin sopayla yere yapıştırdığım kafasının tam altından sapladım. O hâlde bile kıvranmayı kesmediğinden bıçağı çekip aldım ve kafasını doğrayıp gövdesinden ayırdım. Cehaletimden dolayı, hâlâ bana saldırabilir korkusuyla bir adım geri çekildim. Kuyruğu hareket etmeyi sürdürerek kafasını kestiğim yerden kanlar fışkırttı. Sopayla birkaç kere vurduysam da bir faydası olmadı, ben de bir süre kendi hâline bırakmaya karar verdim. Saniyeler içinde gittikçe hareketsizleşerek en sonunda tamamen hareketsiz kaldı. Sopayla birkaç kere dokundum ama hareket etmedi. Kesin ölmüştü. Artık ben de sakin bir nefes alabilirdim.

      Ormanda ilk zaferim! İnsan, hayvanı yenmişti. Bir anlığına sevinçten coşmuştum, tüm sorunlarım sıcak süte atılan şeker gibi eriyip gitmişti. Artık hayatta kalıp oradan çıkabileceğimi biliyordum. Hakiki bir macera insanıydım, nasıl hayatta kalacağımı doğuştan biliyordum. Artık bu yeşil labirentin çıkışını bulup evime, yuvama dönmeme hiçbir şey engel olamazdı. Doğa ana beni sınamış, ben de değerimi, uyum sağlama ve hayatta kalma becerilerimi göstermiştim. Artık hem kendime hem de düşman unsurlara karşı bu adaletsiz savaşın kazananı olduğumu biliyordum.

      Yılanı alıp bıçakla ortadan ikiye ayırarak, tabi bu sırada bayağı tiksinmeden de edemeyerek, iç organlarını temizleyebildiğim kadar temizledim. Bunu yapabilmek için de yılanı bir ucundan tutup tam hız daireler çizerek çevirdim ve iç organları etrafa saçtım. Sonra bunun gizlilik ve dikkat çekmeme planlarıma aykırı olduğunu düşünsem de yılandan artakalanlar artık çoktan etrafa saçılmış vaziyetteydi ve canım hiç onları toplamak istememişti. Elimde kalan parçaları bıçakla temizlemeyi bitirince kusmak istedim çünkü cidden mide bulandırıcıydı. Fakat sonra devam edip derisini yüzdüm. Her şey hazır olduğunda aklıma aniden bir sorun geldi. Eti pişirmek için ateş yakamazdım çünkü hayatta olduğumu ve yerimi keşfederlerdi, dolayısıyla çiğ yemek zorundaydım. Hiç içimden gelmeyerek yılanın kanlı etine baktım. Büyük bir parça kesip ağzıma attım. Hayvanlar çiğ et yiyorsa benim de yiyebilmem lazımdı. Bir iki sefer çiğneyip hepsini geri tükürdüm. Resmen tiksinçti! Eti plastik gibiydi, sanki kız kardeşimin oyuncak bebeklerinden birini ya da yarı aşınmış bir kıkırdağı yemeye çalışıyordum. Eti hep çok pişmiş severdim, az pişmişse bile yiyemezdim. Şimdi de kalkıp çiğ yiyecektim öyle mi? Midemi en çok bulandıran şeyler hep aynı bu et kıvamındaki şeyler olmuştu: neredeyse çiğ tavuk derisi, domuz pastırması, işkembe vs.

      Tam bir hayal kırıklığı içerisinde, yılan ve yiyeceğimden arta kalanları alıp toprağa gömdüm. Kazdığım çukuru daha iyi gizlemek için de üzerini yaprakla kapattım. Yiyemeyeceğim yemeği bulmanın ne faydası vardı ki? Sen git yılan ısırığından ölmeyi göze al ama eline ne geçsin! Tabi su sıkıntısı da cabasıydı. Artık bir şey bulmak zorundaydım çünkü müthiş susuzluğum dinmiyordu ve sadece iki gazozum kalmıştı. Yılanı yakalayayım derken sarf ettiğim çabadan üzerimden terler boşanarak kendimi yere attım. O bezginlikle gazozlardan birini içip kutusunu da fırlatıp attım. Bulacaklarsa da bulsunlar beni, kurşunla delik deşik olup ölmek açlıktan ölmekten iyidir, en azından daha hızlı olduğu kesin. Zaten yılanın iç organlarını etrafımda daireler çizerek her yönde iki metrelik bir alana saçmıştım. Elveda kazanan adam, elveda nasıl hayatta kalacağını doğuştan bilen adam; selam sana yabani bir bahçede ölecek olan başarısızlık abidesi! Bunu hak etmiş olduğum için, şikâyet de etmiyordum. En yakın iki arkadaşımı öldürmüştüm. Öbür yandan, televizyonda ormanda su bulmayla ilgili bir şeyler izlediğimi biliyordum, bir yerde özel bir yöntemle su bulmanın kolay olduğunu söylediklerini hatırlıyordum ama o yerin neresi olduğunu hatırlayamıyordum.

      Orada öylece yere oturmuş, kollarımı dizlerime dolamış, kafam öne eğik, aklım tamamen boş, kendimi koyvermiş hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum. Kaderine boyun eğmişlik, itaatkârlık, terk ediliş, hayattan vazgeçiş. Uçak kazasıyla Alex’in ölüşü, Juan’ı kurşuna dizmelerini görmek, yılan olayıyla sevinçten coşma ve ardından gelen aldanmışlık, bitkinlik, uyku… Neredeyse yirmi dört saat içerisinde yaşanan haddinden fazla şey, çok fazla yoğun duygu. Juan neden öyle aptallık edip o tarafa koşmak zorundaydı ki? Neden beni yalnız bırakmıştı? En azından şimdi burada ikimiz beraber olur her şey de farklı olurdu ama hayır, o tarafa kaçmayı denemek zorundaydı tabi! Şimdi… Şimdiyse eve dönüp gözlerimi kapatmak ve açtığımda da yatağımda uyanıp tüm bunların normalden daha gerçekçi koca bir kâbus, her zamanki gibi kötü bir rüya, akşam nişanlım ve arkadaşlarımla buluştuğumda anlatacak bir anı olmasını istiyordum. Ağlamaya başladım ama gözlerimden neredeyse hiç yaş akmıyordu.

      Kaybolmuş, cesaretini yitirmiş, hayal kırıklığına uğramış, dermanı kalmamış, bitkin bir hâldeydim ve uykum vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonunda, tamamen otomatiğe bağlamış bir şekilde, fırlatıp attığım gazoz kutusunu gömdüm ve kalkıp tekrar yürümeye koyuldum ama bu kez çok daha yavaş ilerliyor, kendimi salmış bir hâlde, neredeyse ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Akşam sekize kadar molalar vererek yürüdüm. Molalarım gittikçe uzadığından yürüdüğüm mesafeler de kısalmıştı. Yılanı avlarken kullandığım sopadan destek alarak yürüyüp sakat dizime çok yüklenmemiş oluyordum ama zaten artık bacaklarımı hissedemiyordum. Belli bir rota bile çizmeden, yürümüş olmak için yürüyordum ki zaten nasıl kesin bir rota çizeceğimi de bilmiyor, açıkçası pek de umursamıyordum. Niye onları buraya gelmeye ikna etmek zorundaydım ki sanki? Ben kimseyi dinlemez, her şey benim dediğim gibi olsun isterdim. Her şeyi kontrol etme, yönetme isteğim bak şimdi beni nereye getirmişti. Juan, aptalsın sen. Niye o tarafa koşup intihar ettin ki? Bu tamamen senin hatandı, benle hiçbir ilgisi yok. Senin hatan. Sadece senin.

      Artık daha fazla dayanacak hâlim kalmayınca bir kutu ayvanın hepsini yiyip son gazozu da içtim ve geri kalan her şeyi bir yere gizleyip battaniyelerden bir tanesini de orada bıraktım. İki battaniyeyle ne yapacaktım ki? Yükümü ne kadar hafifletsem o kadar iyiydi. Üstelik çok fazla ısı yayıyorlardı ve çantayı taşırken sırtımın kavrulduğunu hissediyordum çünkü tişörtüm terden sürekli vücuduma yapışmış vaziyetteydi ve bu da çok rahatsız edici bir histi. Ayrıca, muhtemelen susuzluktan, hiç geçmeyen bir baş dönmesi de başlamıştı. Buna hiç şaşırmamıştım çünkü kutu içeceklerin içtiğiniz anda susuzluğunuzu giderir gibi olduğunu ama aslında su ihtiyacınızı çok karşılamadığını biliyordum. Okuldan bir arkadaşım buna, içerdiği şeker yüzünden yoyo etkisi derdi.

      Karanlık çökmeye başladığından ve bir daha ağaç tepesinde öyle rahatsız uyumak istemediğimden korunaklı bir yer arayıp toprağın kuru olduğu bir yerde yaprak ve yeşil dallardan incecik bir şilte yaptım, küçük battaniyeyi üzerime örtüp sırt çantasını da yastık yaparak kıvrılıp yattım ve uykuya daldım. Ormanda ilk tam günümü geçirmiştim ve çoktan bıkkınlığın da ötesine geçmiştim. Çok yorgundum ve bunun ne şekilde olursa olsun bir son bulmasını umuyordum.

СКАЧАТЬ